KADIN ve ÇOCUKLAR KONUSUNDA DİN ANLAYIŞIMIZDAN KAYNAKLANAN PROBLEMLER VAR MIDIR?

Özet:
Türkler Müslüman olduktan sonra, en önemli problem benimsedikleri dinin temel
kaynaklarını (Kur’an ve Hadis) okuyup anlayamamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
durum Kur’anı ve Hadisleri okuyup, yorumlayan, eserler yazan âlimlerle halkı yüz yüze
getirmiş, bir nevi orijinal kaynak ile aralarına çoğunlukla erkeklerden oluşan kişileri ve
bunların yorumlarını koymuştur. Dine ve dini değerlere saygılı ve saf bir şekilde bağlanan
Türk milleti bir süre sonra orijinal kaynakla kendi arasına giren bu şahısları, eserlerini,
yorumlarını kutsallaştırarak asıl kaynak yerine koymuştur. Kadınlara, çocuklara karşı dışlayıcı
ve ayırımcı davranışlar da bu süreçte ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da başlayan ve Türk-İslam
Rönesans’ı diyebileceğimiz düşünce akımı bu problemleri çözebilecek öğretilere sahiptir
(Buhari, Maturidi, Farabi, İbn-i Sina vb.). Bu düşünce ekolü Türk insanını temel kaynaklarla
buluşturma imkânını sunmuştur. Türk Rönesansı diyebileceğimiz akım bu buluşmanın
neticesinde gerçekleşmiştir. Biz çalışmamızda bunu örneklerle ortaya koymayı amaçladık.
Çalışmamızda nitel araştırma yöntemlerinden olan tarama modeli ve doküman
incelemesi kullanılmıştır. Bilindiği gibi tarama modeli, mevcut kaynaklardan yararlanarak
geçmişte ve günümüzdeki durumu olduğu gibi tespit etmek ve ortaya koymak için kullanılan
bir yöntemdir. Batıya ve güneye doğru yayılan Türk hâkimiyeti maalesef İran ve Arap
kültürünün etkisi, mezhep taassubu ve bahsedilen Türk-İslam âlimlerinin kasıtlı olarak geri
planda bırakılması ile yine temel dini kaynaklarla doğrudan irtibat kurma şansını
kaybetmiştir. Son dönemlerde farklı İslam ülkelerinde yazılan ve büyük bir iştahla Türkçeye
tercüme edilen dini kılıflı eserler din anlayışını siyasileştirmiş, çözüm yerine problemlerin
çoğalmasına katkı sunmuştur. Hala tartıştığımız ve dini bir kisveye büründürerek
kutsallaştırdığımız önemli problemlerin (Kadın vb.) çözümü Türk Milleti’nin fertlerini dinin
orijinal kaynakları ve Müslüman-Türk bilginlerinin eserleri, yorumları ile buluşturmaktan
geçmektedir.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, bir devlet politikası olarak İslam
Dini’nin Türk yorumunu, bunu ortaya koyan düşünürlerimizi, eserlerini okul müfredatlarına
koymalı ve geleceğin teminatı olan gençlerimize öğretmeliyiz. Kadın ve çocuklar konusunda
yaşadığımız birçok problem bu şekilde çözüme kavuşabilir. Kur’an, Sünnet ve Türk örfünde
kadın ve çocuğun yeri ile bugünkü toplumsal statüleri arasında ne kadar uçurum olduğunu
böylelikle anlayabilir, dini asıl kaynağından öğrenebiliriz.
Anahtar Kelimeler. Türk Müslümanlığı, Din Anlayışı, Kadın, Çocuk.
Giriş:

1
Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğt. Bl. Öğr. Üyesi monder@cumhuriyet.edu.tr
İslam’ın Türkler arasında yayılmasında Arap kolonizasyonları kadar Soğd’lu tüccarların
ve İran tasavvuf mekteplerine mensup sûfilerin etkili olduğu söylenebilir. Horasan
Melametîliği denilen ekole mensup Fars ve Türk sûfiler mistik yorumla birlikte Türkler
arasında İslam’ı yaymışlardır (Ocak, 2010: 179,180). Önce İdil Bulgar Hanlığı İslam’ı kabul
etmiş, hükümdar İlteber dönemin halifesi Muktedir Billah’tan tebliğ için âlimler, cami inşası
için ustalar istemiş ve 922 yılında topluca ihtida etmekle kalmamış, başka boyların da
Müslüman olmalarında rol oynamıştır. Sonra Karahanlılar ve arkasından Gazneliler
Müslüman-Türk devletleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır (Gömeç, 2014: 326; Önder,
2014: 31).
Türklerin Müslüman olma sürecinde ve sonraki dönemlerde çeşitli kültürel, coğrafi ve
sosyal durumlar yeni seçilen dinin yorumunu ve uygulamalarını etkilemiş, genelde tasavvufi
boyut öne çıkarılmıştır. Yesevîlik, Vefaîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi akımlar özellikle
Anadolu’ya göçen Türk oymakları üzerinde etkili olmuştur. Burada Safeviyye tarikatından
bahsetmenin konunun anlaşılması açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Adını kurucusu
olan Safiyyüddin Erdebilî’den alan tarikat başlangıçta tamamen Sünni bir karakter arz
etmesine rağmen, sonraki dönemde postnişin olan ve Erdebilî’nin torunu Hoca Ali’den
itibaren Şii temayüller içine girmiştir. Bu değişiklikte Ehl-i Beyt sevgisinin ve bu sevgiyi iyi
işleyen Şii âlimlerin etkisi olduğu söylenebilir (Üzüm, 2007: 36-38). Türkler dilden dile
anlatılan Kerbelâ olayının içerisinde kendilerini bulmuşlar, Müslüman olmalarında;
mazlumun yanında yer alma geleneği ve Kerbelâ’daki haksızlık önemli bir rol oynamıştır
(Yılmaz, 2010: 254; Önder, 2017).
Orta Asya’da İslam’ın benimsenmesinde Mürcie ve onun devamı sayılabilecek
Maturidîlik akımının büyük katkısını görmekteyiz. Özellikle amelin imandan bir cüz
sayılmaması geniş kitlelerin itikatta Maturidîliği seçmesine ve Buhara, Semerkand, Nesef,
Tirmiz gibi şehirlerde büyük âlimlerin yetişmesine neden oldu. Maturidîlik akımı Gazneli,
Karahanlı ve Selçuklu devlet idarelerince de desteklendi. Bilhassa Selçuklular döneminde pek
çok âlim Anadolu’ya gelerek irşad faaliyetinde bulundu ve adeta Hanefî-Maturidî inancı
Türklerin resmi inancı haline geldi. Bu akım Alevilik ve Bektaşiliği etkilemiş, iman, amel gibi
konularda ciddi bir benzerlik ortaya çıkmıştır (Kutlu, 2006: 35-37). Kutlu’nun ifadesi ile,
Türklerde dindarlığın pratik boyutu Hanefîlik, inanç boyutu Maturûdîlik, tasavvufi boyutu
Yesevîlik olarak şekillenmiştir (Kutlu, 2011: 95, 131, 165; Önder, 2017).
Orta Asya’da Türkler peyderpey İslamı seçerken Haşimi soyundan gelen ve Ehl-i Beyt
mensubu olarak bilinen Zeyd b. Ali ve arkadaşları Zeydiyye diye isimlendirilen anlayışlarını
yaymaya çalışıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde Zeyd b. Ali’nin soyundan gelenlere “Alevi”
dendi. Bölgenin İslamlaşmasında önemli bir rol oynayan Zeydiler Taberistan’da yaklaşık bir
asır yaşayan bir devlet kurdular (Kutlu, 2011: 65, 66). Müslüman olmadan önceki Türk
topluluklarının sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarındaki farklılık İslam’ı anlayış ve
yaşayışlarına da yansımıştır. Yerleşik hayat yaşayan, okuma yazma bilen, belli bir kültür
seviyesine sahip olan şehirli Türkler yeni dini temel kaynaklarından öğrenme, ibadetleri
(Namaz, oruç, abdest gibi) düzenli şekilde yerine getirebilme imkânına sahiplerdi ve Ehl-i
Sünnet’in “kitabi” öğretilerini benimsemişlerdi. Bu imkânlarla tanışmamış ve düzenli bir
günlük hayatı olmayan “ümmi” diyebileceğimiz göçebe Türkler ise eski inançlarının da
tesiriyle Sûfilikle ve bir dinden çok karmaşık bir inanç ve uygulamalar sistemi olan (Kutlu,
2011: 30) Şamanlıkla karışık sade bir İslam anlayışını benimsemişlerdi (Fığlalı, 1986: 238;
Üzüm, 2007: 19; Sarıkaya, 2012: 16). Diğer bir ifade ile Türkler İslam kültür çevresine giriş
sürecinde Sünni anlayışı benimsemişken, esas itibarıyla Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt
sevgisini ön planda tutan sûfilik akımının etkisi altında kalmışlardır (Fığlalı, 1986: 237).
Ahmed Yesevî öğretilerinin Türkler arasında geniş kabul görmesinin sebeplerinden birisi bu
olsa gerektir. Ahmed Yesevî bir Hanefi fakih olarak ve bir Sûfi Mürşid olarak büyük
kitlelerce kabul görmüştür. Kitabi İslam ile halk islamını şahsında buluşturmuş birisidir
(Önder, 2017).
Bu İslam anlayışı göçlerle birlikte Anadolu’ya giderken yol üzerindeki birçok kültür ve
inançla da etkileşerek ama temelindeki mistik yapıyı da koruyarak geldi (Yılmaz, 2010: 14,
15). İşte Aleviliğin ve Bektaşiliğin temelini oluşturan bu yapılanma yani heterodoks
Müslümanlık o dönemlerde henüz Hz. Ali, Kerbelâ ve on iki İmam kültleri ile
tanışmamışlardı. Bunun yanında Ahmed Yesevî ve öğrencileri kadınlı-erkekli ayinler
yapıyorlardı. Ayin-i Cem denilen bu ibadetler Şamanlarca yapılan birbirinden farklı törenlerin
İslamileşmiş şekliydi. Aslında Türkler arasında yaygın olan inanç Gök Tanrı inancıydı
(Gumilov, 1999: 118; Günay-Güngör, 2007: 143; Tanyu, 1980). Şamanlık bir alt kültür olarak
dışarıdan intikal etmiş unsurdu ve Türklerin asli dini formu değildi (Kutlu, 2011: 30,31).
Yusuf Ziya Yörükân’a göre, şamanlar tarafından yapılan bütün ayin ve merasimler Türkçe’dir
ve bu gelenek Alevilikte aynen muhafaza edilerek günümüze kadar gelmiştir. Halen
törenlerde önemli bir yeri olan gülbank ve nefesler Türkçe olarak okunur ve herkes rahatlıkla
anlayabilir. Hatta bu kültür Arnavutlara geçerken bile Türkçe dua ve erkân ile birlikte
geçmiştir (Yörükan, 1998: 13). Bölge fethedilmeden önce ve fethedildikten sonra, bektaşî
ekolüne mensup tekkeler ve bu tekkelerin şeyhleri (Sarı Saltık, Seyyid Ali Sultan vb.),
Arnavutların gönüllü yeniçeri olmaları, yeniçerilerin Bektaşi olmaları bunda önemli bir rol
oynamıştır (İzeti, 2010: 402; Önder, 2017).
Türklerin Müslüman olması ile birlikte önemli iki problem karşımıza çıkmaktadır. Yeni
dinin (İslam) asıl kaynağı olan Kur’an ve Sahih Sünnet’in anlaşılması meselesi. Bunun için
iki temel kaynağın dilinin Arapça olması, bu dilin öğrenilmesinin uzun zaman alması ciddi
problem olmuştur. Her ferdin Arapça öğrenmesi ve bunu temel kaynakları anlayacak seviyeye
getirmesi elbette mümkün değildir. Bu durumda geriye bir tek çözüm yolu kalmaktadır. Dinin
temel kaynaklarını anlayan, yorumlayan, şerh eden âlimlerin eserlerinin tercümelerini
okumak, dini onların anladığı şekilde anlamak ve yaşamak. İslam’ın merkezi pozisyonunda
olan Mekke-Medine ve çevresinde yaşayan ve daha ziyade nakil ve sözlü kültür yoluyla
Kur’an ve Sünnet yorumları yeni Müslüman olan bölgelere de ulaşmış, yöre halkı İslam
olarak bu âlimleri ve eserlerini tanımışlardır. Diğer problem ise Arapların sadece eserleri
değil, kültürleri ve yaşayışları da din olarak kabul edilmiştir.
Acaba bu kişiler dini kaynakları doğru anlamışlar mıdır? Yaptıkları yorumlar ve
şerhler bölgesel, toplumsal, psikolojik şartlar çerçevesinde her topluma ve bölgeye uygun
mudur? Hemen tamamı erkek olan fıkıh âlimlerinin verdiği fetvalar kadınları ve çocukları
dışlayıcı ve erkek egemen anlayışı mı yansıtmaktadır? Bugün kadınlara ve çocuklara karşı
tutumumuza dini bir kılıf olarak mı kullanıyoruz? Bu davranışlar Kur’an’a ve
Peygamberimizin uygulamalarına ne kadar uygundur? Bu sorulara olumlu yanıt vermemiz
mümkün görünmüyor. Bir defa erkeklerin işine geliyor. Biz hala üç talakla boşamayı sadece
erkeklerin hakkı olarak anlatıyor ve öğretiyoruz. Mut’a nikâhını keyfimize göre
meşrulaştırmaya çalışıyoruz. Miras ve şahitlik konularında kadınlar daima ikinci planda ve iki
kadın bir erkek ediyor. Cariyelik konusunda doğru bilgimiz yok. Cariyeleri “mal” olarak lanse
eden anlı-şanlı çağdaş âlimlerimiz! var. Önemli bir dini kaynak olan Diyanet İslam
Ansiklopedisinde “Cariye” maddesi niçin yoktur? İthal fıkıh kitaplarında kız çocuklarının 9
yaşında evlendirilebileceği anlatılmaktadır. Böyle bir alt yapının oluşturulduğu toplumda
elbette kadına ve kız çocuklarına karşı şiddet, taciz, tecavüz olayları çoğalacaktır.
Kur’an’ın indiği toplumda insanlar kadın-erkek, hür-köle, zengin fakir diye
sınıflardınlıyor1ardı ve sahip oldukları haklar bu sınıflara göre değişiyordu. Kur’an’ın
gerçekleştirmek istediği amaç ise, insanlar arasındaki eşitsizlikleri kaldırmaktı. Kur’an’ın
bildirdiğine göre, yaratıcının katında bu sınıflamalardan hiç birinin geçerliliği yoktur.
Yaratıcının katındaki üstünlük, sadece inanmışlığa ve iyilikler yapmış olmaya bağlıdır
Kur’an’da insan soyunun büyük bir aile, bu büyük ailenin fertlerinin, aynı nefisten yaratılan
insan çifti olduğu bildirilmiştir (Bilgin, 1997:30,31) .
Vahiy değişmez ve kesindir, ama yorumu çok farklı ve çeşitli olabilir. Bizim ihtilafa
düştüğümüz konu yorumların farklı olmasıdır. Kültürel, sosyal, tarihi ve hatta coğrafi şartlar
vahiy yorumlarını etkilemiş ve farklı dini anlayışlar ortaya çıkartmıştır (Bardakoğlu, 2017, s.
20; Bozkuş, 2011, s. 149-156). Bir nevi düşünce zenginliği diyebileceğimiz bu durumu
kabullenmek mecburiyetindeyiz. Böyle hassas bir konuyu incelerken sadece teolojik açıdan
olaylara bakmak yeterli midir, başka açılardan da bakmalı mıyız sorusunu kendimize
sormalıyız. İşin tarihi, sosyolojik, psikolojik, antropolojik boyutlarını dikkate almadan
varacağımız sonuçlar sağlıklı olmaz. Din objektif değerler bütünü iken, şahıslar ve topluluklar
tarafından öğrenilip, uygulanması safhasında sübjektif hale gelir (Sarıkaya, 2012: 21).
Tarihi yeniden yazmak mümkün olmadığı gibi, tartışılan konuları bilmeden problemi
çözmekte mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet’te yer alan dini bilginin anlaşılmasında hayatın
akışı, bölgesel şartlar, bakış açılarına göre farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Biz
buna tarihsel tecrübe ya da Müslümanlık diyoruz. Müslümanlık Kur’an ve sahih sünnetin
getirdiklerinin farklı zaman diliminde ve bölgelerde mensupları tarafından hayata aktarılma
ve yaşanma biçimini ifade eder. İslam ile Müslümanlığı aynileştirmek ne derece yanlışsa,
tarihi tecrübeyi de İslam dışı görmek o kadar yanlıştır. Tarihi olayların bazılarını ön plana
çıkararak onları İslam gibi sunmak ta doğru değildir. Yapılacak ilk işin esas ile yorumu
birbirinden ayırmak ve bu ayrımı dikkate alarak tarihi gerçekleri iyi bilmek, onlarla
yüzleşmek olduğunu kabul etmeliyiz.
Günümüzde çokça gündeme gelen dini çoğulculuğun dış boyutu küresel barışın
korunmasına, iç boyutu ise ülke ve bölgesel barışa büyük katkı sağlar. Etnik ve mezhep
farklılıklarımızı gölgede bırakacak ortak paydalarımızı güçlendirmek, bunların kültürümüzü
zenginleştirici olumlu unsurlar olduğu bilincini öne çıkarmak gerekir. Dinin
yorumlanmasından doğan farklılıkları tehlikeli ve riskli olarak değil, potansiyel bir güç olarak
görmeliyiz. Aksi halde monolitik bir düzenin hâkim olduğu bir toplum ve farklılıklardan
beslenmeyen bir kültür oluşur. Böyle bir kültür ise durağanlık, tembellik, korku, baskı ve
statükoculuk doğurmaya mahkûmdur. Alevilik ve Bektaşilik bu anlamda siyasi ve teolojik
anlamda bir ayrışma unsuru değil, bir zenginlik ve ana unsur olarak görülmelidir. Zira onlar
da bu toprakların asli unsurları, Orta Asya’dan getirilen Türk Örfünü en fazla içinde
barındıran kültürel yapıdır.
Kur’ an kendisi niçin Arapça bir kitap olduğunu açıklamıştır. Kur’ an Arapça’ dır, çünkü
Arapça onu tebliğ edecek olan Peygamber’in dilidir (İbrahim Süresi, 4. ayet). Kur’ an Arapça’
dır, çünkü Arapça, Peygamber’in hitap edeceği halkın dilidir (Fussilet Suresi 44. ayet). Demek
ki Kur’an’ın anlaşılması esastır. Demek ki müminler Allah’ın kendilerine neler söylemiş
olduğunu anlamak, ondaki bilgilerden ve öğütlerden yararlanmak için, onu yabancı dilde
değil, konuştukları dilde, anlayarak okuyacaklardır. Böyle bir okuyuş temin edilmedikçe, Kur’
an belli bir zümrenin, bir azınlığın aracılığı ile kısmen anlaşılmakla yetinildikçe, ondaki İlahi
amaca yönelik etkinliğin meydana getirebileceği gelişmelerden büyük ölçüde mahrum
kalınacaktır (Bilgin, 1994:52).
İslam dini diğer dinlerde olduğu gibi, medeniyetini doğduğu topraklarda değil sonradan
ulaştığı topraklarda kurmuştur. Endülüs, Bağdat, Şam, Semerkant ve İstanbul bu medeniyetin
en önemli merkezleri olmuştur. İslam düşüncesi adına üretilen temel eserlerin önemli bir
kısmı genelde Maverâünnehir, özelde ise Semerkant kaynaklıdır. Bu bölge İslam
düşüncesinin en şöhretli kelamcılarını, usûlcülerini, fakîhlerini, muhaddislerini, müfessirlerini
ve filozoflarını yetiştirmiştir (Düzgün, 2014:11). Sürekli tartışmaların hüküm sürdüğü
Bağdat’ın aksine, sağlanan güven ve hoşgörü ortamı nedeniyle birçok düşünür de
Semerkant’a gelmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra oluşturmak istediği kültür başkenti
projesine önemli bilim adamı transferleri (Ali Kuşçu gibi) yine bu bölgeden yapılmıştır
(Düzgün, 2014:13, Sarıçam-Erşahin, 2014:19).
On ikinci yüzyıl Rönesans’ı diye adlandırılan İslam Dünyasındaki her türlü bilimsel
faaliyet, tercümeler yoluyla modern Batı medeniyetinin temellerinden biri olmuştur (Ülken,
2017:320,321; Sarıçam-Erşahin, 2014:42). İbn-i Sina bu uygarlığın hem kurucularından
biridir, hem de Batı’ya aktarılmasında başrol konumundadır. Gerçekleştirilen bu atılımın
büyük ölçüde Doğu İslam Dünyası ve Orta Asya’da gerçekleşmesi Türk milletinin İslam
Medeniyetine yaptığı hizmetlerin bir göstergesidir. Avrupa bu anlamda İbn-i Sina’dan
faydalanmış, esinlenmiş, geliştirmiş ve buna istinaden yeni atılımlar yapabilmiştir (Sayılı,
1984:20-23). Böylesine etkili ve önemli bir medeniyetin mimarı olan Doğu kültürü, bir süre
sonra kendi içindeki kısır siyasî ve dinî çekişmeler yüzünden maalesef en önemli düşünürleri
ve ortaya koydukları eserleri bu tartışmalara kurban vermiştir (Önder, 2019).
İslam ve Türk tarihinde siyasî, itikadî, tasavvufî mülahazalarla mezhepçilik veya
mezhep taassubu devlet adamlarını, ulemâyı ve halkı ciddi anlamda etkilemiştir. İtikadî,
amelî, tasavvufî ve felsefî olarak sınıflandırabileceğimiz mezheplerin hicri üçüncü asırdan
sonra belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ameli imandan bir cüz kabul eden Haricilerle başlayan
ve amel ile imanı birbirinden ayıran Mürcie arasındaki mücadele bazen inatlaşmaya ve hatta
diğerlerini tekfire kadar varmıştır. Haricilerle başlayan daha sonra Şia ve Batınî’lerle zirveye
çıkan mezhep terörü Türkleri ve Müslümanları sürekli bir savunmaya ve tedbire mecbur
bırakmış, medreselerdeki öğretimin temel felsefesi bu akımlara karşı bir temele oturmuştur.
Aynı problemler fikirsel boyutta Mutezile ile de yaşanmış, mücadele anlayışı devlet politikası
haline dönüşmüştür. Büyük devlet adamlarının Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından
öldürülmesi (Melikşah, Nizamü-l Mülk vb) bu tutumun daha da keskinleşmesine vesile
olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde sapık akımlar olarak kabul
edilen Şii-Batınî anlayışa karşı bir program uygulanmıştır (Akyüz, 2013:22). Yüzyıllarca
devam eden bu mezhepsel bakış adeta gelenekselleşmiş, bir süre sonra ehl-i sünnet içinde de
çok ciddi tartışmalara, ayrışmalara, hatta tekfir etmeye kadar varmıştır (Uludağ, 1979:25,26).
Devlet yönetiminin ve medrese ulemasının mezhep tercihi bu tartışmalarda önemli bir
rol oynamıştır. Karahanlılarda, Gaznelilerde, Selçuklu ve Osmanlı’da bunu açıkça
görebilmekteyiz. Özellikle medrese eğitiminde mezhep temelli bir yaklaşım benimsendi.
Karahanlılarda Hanefi’lik (Maturîdîlik) , Selçuklu Nizamiye Medreselerinde Şafiî’lik
(Eş’ari’lik), Osmanlılarda yeniden Hanefî’lik (Maturîdilik) anlayışının öne çıkması bu
durumun açık örneğidir. Nizamiye medreselerinde Şafiî ve Eş’arî olan Gazzali’nin
başmüderrislik yapması ve eserlerinde Türk-İslam Filozofları Farabî, İbn-i Sina ve diğerlerini
tekfirle suçlamasının arkasında yatan gerçek, bu ortamdan ve taassuptan kaynaklanmış bir
durumdur. Hatta siyasi mülahazalar da bu tavırda etkili olmuştur. Nizamiye medreselerinde
yetişen Eş’arî âlimlerin büyük çoğunluğunun Fars asıllı olmasını unutmamak gerekir (Kutlu,
2017:157). Gazzali’nin eleştirilerine bu açıdan bakmak, Farabî ve İbn-i Sina’yı tenkitlerinde
ve ithamlarında dönemin siyasi ve fikri tartışmalarının etkisini dikkate almak gerekir. Aslında
kendisi de bir filozof olan Gazzali tabiri caizse dolduruşa gelerek, belki de yöneticilere
yaranmak isteğiyle bunları yapmıştır diyebiliriz. Merhum Gökay’ın dediği gibi, doğunun en
büyük hastalıklarından biri kıskançlıktır. İbn-i Sina da bu onulmaz hastalığın mağdurlarından
biridir (Gökay, 1984:14).
Çağrıcı’nın tespiti son derece isabetlidir: “Malumunuz, ta Nizamiye medreselerini
kurdukları bin küsur yıl öncesinden itibaren Selçuklusuyla, Osmanlısıyla dedelerimiz
insanlarımıza daha çocuklukta “İtikadda mezhebim Matürîdîlik, amelde mezhebim Hanefîlik”
şablonunu ezberletmişlerse de, gerçekte özellikle itikadda (siyasi sebeplerle) bal gibi
Eş‘arîliği okutmuşlar, o fikriyatı benimseyip uygulamışlardır. O çağlarda Batı’da da başka bir
skolastik eğitim hâkim olduğu için medreselerimizde okutulan Eş‘arîlik tarzı dogmatik
düşünce bir şekilde idare ediyordu. Fakat Osmanlının başlıca rakibi olan Batı dünyasında
XVI. yüzyıldan itibaren eleştirici-sorgulayıcı düşüncenin filizlenmesi ve zamanla bunun
bilimsel alanlara, özellikle de eğitim kurumlarına yayılmasıyla başka bir eğitim zihniyetine
geçilirken, bizim medrese eğitimimiz, bırakın eleştirici-sorgulayıcı insan modeline geçmeyi,
tek tipleştirici dogmatik karakterini daha da tahkim etti. Ve sonunda deniz bitti“ (Çağrıcı,
07.11. 2018).
Selefilik: Türkleri Dışlayan Bir Tutum ve İslam Dünyasının Kanayan Yarası
Sözlükte “önce gelmek”, “geçmek” ve “geçmişte kalmak” anlamlarına gelen selef
kelimesinden türetilmiş selefiyye kelimesi, “soy, fazilet ve ilim bağlamında önce gelip
geçenler” anlamına gelmektedir (TDVİA, 36:399; TDV İlmihal,1:24). İlk dönemlerde bu
terim ashab ve onların takipçileri demek olan tabiin için kullanılmıştır. Ashab ve tabiinin
yolunda olan fakihler ve muhaddisler için de kullanılan “Selefiyye” kavramı, ashab ve tabiin
döneminde gündeme gelip tartışılmayan, konuşulmayan konuların tartışılmasını ve bunları
tartışırken uygulanan yöntemleri bid’at saymıştır. Selefiler nass’ ların tespit ettiği saha ve
sınırı ölçü kabul ettiklerinden Kur’an ve Sünnette yer almayan bir konunun din ve itikad
alanına taşınmasına genellikle sıcak bakmamışlardır. Hz. Peygamberden nakledilen akideye
dair bütün rivayetlere iman etmeyi gerekli görürler. Nass’ların beyanları dışında akıl
yürütmeye karşıdırlar.
Geleneksel selefiliğin dışında bir de modern selefilik vardır. İslam dünyasındaki
sosyal, ekonomik, ahlaki ve siyasi çalkalanmalar, bilginler arasında kurtuluş reçetesi aramak
ve İslamın ilk dönemlerine dönmek gibi fikirleri gündeme getirmiştir. Bu düşünürler
fikirlerinden dolayı İbn-i Teymiyye ile de ilişkilendirilmişlerdir. Batı’nın her alanda üstünlüğü
ele geçirmesi, selefileri daha da katı hale getirmiş, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren
politik yönü ağır basan oluşumlar ortaya çıkmıştır. Dinin özünden ve ahlaki yönünden ziyade
lafzına ve şekline vurgu yapan bu guruplar, tarihi tecrübe ve birikimleri, kültürel zenginlikleri
yok saymışlardır (TDVİA, 36:401,402).
Türk tarihinde 11. Yüzyıl çok önemlidir. Ancak bundan önceki asırlarda Türklerin
Dini ilimlerde ve bununla ilgili eserlerde önemli bir atılımını, genelde Arap-Fars tekelinde
bulunan bu alanı ele geçirdiklerini görüyoruz. Büyük hadis âlimleri Abdullah b. Mübarek
(736-800), İmam-ı Buhari (810-869), Tirmizi (821-892), itikadda mezhep imamımız olan
İmam-ı Maturidi (862-944), büyük filozoflarımız Farabi (870-950, İbn-i Sina (980-1037, fıkıh
bilginleri Serahsi (1009-1090), Pezdevi (1009-1089), dil bilgini Zemahşeri (1075-1144) gibi
Türk bilginleri adeta olaya el koymuşlar, günümüzde dahi okunan temel dini kaynakları
kaleme almışlardır. Tam da bu dönemlerde selefilik diye bir akımın başlaması manidardır.
Geriye dönmek, aklı dışlamak ve her türlü yeniliğe karşı olmak temeline dayanan bu akım,
aslında Türklerin Kur’an’ı, Peygamberi, İslam’ı aklın ışığında yeni şartlara ve metotlara göre
doğru anlamasının önüne çekilmiş bir settir. Bizzat Kur’an aklı kullanmayı, toplumsal şartlara
göre değişimin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Sadece Nasih-Mensuh (Bir ayetin başka
bir ayetle hükmünün kaldırılması) olayı dahi bunun delilidir. Bu nedenle Türk-İslam
bilginlerinin mutlaka tanınması, tanıtılması, müfredata konulması önem arz etmektedir.
İmam-ı Maturidi’nin, İbn-i Sina’nın ve diğerlerinin temel görüşleri sadece bizim değil, bütün
İslam dünyasının derdine çare olabilecek niteliktedir.
Kavram Kargaşası
Önemli konulardan birisi kavramlarda anlaşmaktır. Zira kavramlar ve onlara yüklenen
anlamların farklı olduğu bir manzara söz konusudur. Söz konusu din ve dini yorumlar olunca
mesele daha da zorlaşmaktadır. Aynı kavram ve kelimeleri kullanmamıza rağmen bu kavram
ve kelimelere yüklediğimiz anlamlar farklı olabilmekte, anlaşmazlıkları ortaya
çıkarabilmektedir. Zihinsel anlam kodlarımız ve şema’larımız farklıdır (Selçuk, 2000: 11, 12).
Üzerinde tam olarak anlaşılmış bir alevi kavramı dahi henüz yoktur. Tarihi, tasavvufi, siyasi
ve mezhepsel açıdan bakanlara göre bu kavrama yüklenen anlam da değişebilmektedir
(Yılmaz, 2011: 10,11). Sünnilerdeki Hz. Ali, Hacı Bektâş Veli, Makalât, Ehl-i Beyt anlayışı
ile Alevilikteki anlayış tamamen farklıdır. Hz. Ali Alevilikte “mitolojik bir kült” tür ve
insanüstü özelliklere sahiptir. 12 İmam inancı tasavvufi niteliktedir. Şiilere göre ise Ali ve 12
imam inancı fıkhi bir konudur. Sünnilere göre Hz. Ali, bir insan ve örnek bir Müslüman’dır.
Onu sevenler onun yaşadığı gibi yaşamalıdırlar (Akyol, 2012: 16).
Aynı durum ibadet kavramı için de geçerlidir. Sünni anlayışta ibadet kavramından
daha ziyade namaz, oruç, zekât, hac gibi konular anlaşılırken; Alevilikte daha geniş ve insana
hizmet temelli folklorik bir anlam ifade etmektedir. İnanç konusunda ciddi bir farklılık
olmamasına rağmen, ibadetler konusunda farklılıklar mevcuttur. Halka Namazı, Niyaz,
Muharrem ve Hızır Orucu Alevilikte önemli ibadetlerdendir (Keskin, 2009: 120; Üçer vd.,
2005: 305). Öte yandan Alevi ve Bektaşi kavramları arasında da farklılıklar vardır. Merhum
Mehmet Eröz hocanın ifadesi ile ülkemizde her Bektaşi Alevi olduğu halde, her Alevi Bektaşi
değildir. Bektaşilik bir tarikattır ve bu tarikatın öğretilerini benimseyen kişiler bazı
törenlerden sonra Bektaşi olabilir. Ancak Alevilik soya bağlıdır ve istemekle Alevi olunmaz.
Anne-Babanın da Alevi olması gerekir (Eröz, 1977: 52-56; Keskin, 2009: 22-24; Çiftçi, 2011:
162; Yılmaz, 2010: 32, 34).
Bizler hala din öğretiminde öğrencilerimizin ve yetişkinlerin enerjilerini Farz, Vacip,
Mekruh, Ahiret, Melek vb. kavramların öğrenilmesine veya ezberlenmesine harcıyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığının en son ve güncellenmiş iki ciltlik ilmihaline bakmak yeterli. İşte
o ilmihalden bazı kavramlar: Mükellefiyet ve Hüküm, Vaz’i Hüküm, Teklifi Hüküm,
Mendup, Müstehab, Mekruh, Tahrimen Mekruh, Tenzihen Mekruh vb. (TDV İlmihal-,I). Her
ders yılı başlangıcında da bunları tekrarla işe başlıyoruz. Besmelenin dahi her mealde, dini
kitapta ve din dersi kitaplarında ortak bir anlamının olmadığını görebiliriz. Hala “Vacip”
kavramının anlamını anlaşılır bir şekilde yapamadığımızı söyleyebiliriz. Kur’an öğretme
sadece harfleri, kelimeleri, tecvid kaidelerine uygun ve seri şekilde okumak olarak
anlaşılmaktadır. Peltek harfleri çıkartmak için öğrencilerin günlerce uğraştığını biliyoruz.
Ama içinde bu harflerden birisi bulunan herhangi bir kelimenin anlamını öğretmeyiz.
Sonuç ve Öneriler
Türklerin Müslüman olması tarihin en önemli olaylarından biridir. Hem Türkler hem
de İslamiyet bu birliktelikten büyük faydalar görmüşlerdir. Hatta Türk Milleti yüzyıllar
boyunca İslam’ı hem daha iyi anlamış, hem de bayraktarlığını, savunuculuğunu yapmıştır. İlk
dönemlerde orijinal kaynaklar yerine, ikinci elden kaynaklarla dini öğrenen Türkler daha
sonra Doğu Rönesansı denilen bir aydınlanma hareketi ile dini öz kaynağından ve kendi
yetiştirdiği âlimlerden öğrenme imkânı bulmuş, başka medeniyet ve kültürleri de
etkilemişlerdir. Türk eğitim sisteminin İbn-i Sina, Farabi, Maturidi, Buhari, Tirmizi, Ahmet
Yesevi gibi düşünürleri yetiştirmesi de başlı başına bir İnkılaptır. Bu düşünürlerin eserleri ve
yorumları Türk Milletine öz benliğini kazandırmış, İslam medeniyetine, kültürüne,
mimarisine, eğitimine, teknolojisine büyük katkılar yapmıştır. Aradan geçen süre içerisinde
Türklerin geniş topraklara yayılması, başka kültürlerle ve özellikle Arap-Fars kültürüyle
karşılaşması her alanda bu kültürlerin etkisinde kalma sonucunu doğurmuştur. Arap ve Fars
kültürü ve bu kültürün temsilcileri olanlar kasıtlı olarak İslam’ın Türk yorumunu, bu yorumun
temelini atan düşünürleri ikinci plana atmışlar, unutturmaya çalışmışlardır.
Yaygın dini anlayış, sorgulamayı, aklı kullanmayı, geleneği, bölgesel şartları dikkate
almadan toptancı bir yaklaşımla; dünyanın her yerinde her topluluğa, her şartta aynı
hükümleri dayatmışlar, aklı kullananları, sorgulayanları tekfir etmişlerdir. Maturidilikte en
önemli kaide amelin imandan bir cüz (kısım) olmaması ve aklın değeridir. Sadece bu iki kaide
dahi bugün İslam Dünyası’nın yaşadığı çoğu problemin çözümü için yeterlidir. Son
dönemlerde sıkça yaşadığımız kadın ve çocuklara karşı şiddet, taciz olayları da azalacaktır.
İnsanların uyanmasını, düşünmesini ve sorgulamasını istemeyen selefi anlayış elbette
bunlardan rahatsız olacaktır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda böyle bir anlayışın hayata
geçirilmesi çabalarını, bu doğrultuda temel kaynakların yazıldığını görüyoruz. Maalesef bu
anlayış uzun süre devam edememiştir. Yetişkinler olarak “Rol Model” lik yapamadığımız
sürece, kadın ve çocuklara karşı işlenen suçlar azalmayacaktır. Teori ve söylem önemlidir,
ancak uygulama olmadan fazla değeri yoktur. Şu çalışmaların yapılması dini problemlerin
çözümüne katkı sağlayacağı ümidindeyiz:
Kur’an-ı Kerim’in itikat, ibadet ve ahlaki konuları içeren bölümleri (zor ve ayrıntılı konulara
girmeden) güzel bir Türkçe ile özetlenmeli ve herkesin ulaşabileceği bir başucu kitabı olarak
dağıtılmalıdır. Aynı şekilde sahih sünnete ait çalışmalar yapılmalıdır.
İslam’ın Türk yorumu diyebileceğimiz bilginler ve eserleri ayrıntılı olarak öğrencilere
tanıtılmalı, anlatılmalıdır.
Dinin öğretileri tüm insanlara “hayati yardım” şeklinde sunulabilmeli, ilgili kurumlar bu
konuda aktif rol almalıdır.
Klasik ilmihal anlayışı terkedilmeli, müjdeleyici, sevdirici ve özendirici metotlarla yenileri
yazılmalıdır.
Avrupa’da Rönesans, herkesin kutsal kitabı kendi diliyle okuyup anlaması sonrasında
gerçekleşmiştir. Aynı şeyi biz de gerçekleştirebiliriz. O zaman dini yanlış yorumlayanlar,
menfaatlerine alet edenler ve sapkınlar kendiliğinden kaybolacaklardır. Güneşin doğduğu
yerlerde ne ayın ne de yıldızların hükmü olmaz. Atatürk ne güzel söylemiş: “Bir milletin
medeniyetini ölçmek istiyor musunuz; kadınlarına nasıl muamele edildiğine bakınız”.
BİBLİYOGRAFYA:
BARDAKOĞLU, Ali, İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme. Kuramer Yayınları,
İstanbul 2017.
BİLGİN, Beyza, İslamda Kadının Rolü Türkiye’de Kadın, Sinemis Yayınları, Ankara 2014.
BİLGİN, Beyza, “Ahlak Terbiyesinde Dini Hikâyeler”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi,
S.1, İstanbul 1994.
BİLGİN, Beyza, “İslam’da ve Türkiye’de Kadınlar”, AÜİF Dergisi, C.XXXVI, Ankara 1997.
BOZKUŞ, Metin. Anadolu’da İslam ve Mezhepler, Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
HATİPOĞLU, Mehmet, “İslam’ın Kadına Bakışı”, İslami Araştırmalar Dergisi, C.5, Ankara
1991.
ERÖZ, Mehmet, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik. Otağ Yayınları, İstanbul 1977.
FIĞLALI, E. Ruhi, Çağımızda İtikâdi İslam Mezhepleri. Selçuk Yayınları, Ankara 1987.
GÖMEÇ, S.Yağmur, Türk Kültürünün Ana Hatları. Berikan Yayınevi, Ankara 2014.
GÜNAY, Ünver – Güngör, Harun, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi. Rağbet
Yayıları, Ankara 2007.

HACI BEKTAŞ-I VELİ, Makâlât. (A. Yılmaz, M. Akkuş, Ali Öztürk, Haz.). TDV Yayınları,
Ankara 2007.
KÖKSAL, M.Asım, İslam Tarihi, C.4, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981.
KUTLU, Sönmez, . Alevilik-Bektaşilik Yazıları. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2006.

KUTLU, Sönmez. Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul 2011.
OCAK, Ahmet, Nizamiye Medreseleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İÜSBE, Malatya
1993.
OCAK, A.Yaşar. Türkler, Türkiye ve İslam. İletişim Yayınları, İstanbul 1999.
OCAK, A.Yaşar, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası (Makaleler-İncelemeler),
Timaş Yayınları, İstanbul 2010.
OCAK, A.Yaşar, Türk Sûfiliğine Bakışlar. İletişim Yayınları, İstanbul 1996.
Ocak, A. Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri. İletişim Yayınları,
İstanbul 2000.
ÖNDER, Mustafa, Eğitim Biliminin Temelini Atan Düşünür: İbn-i Sina, Son Çağ Yayınları,
Ankara 2019.
ÖNDER, Mustafa, “İslam’ın İlk Yıllarında Kadın Eğitimi”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.13, S.1, Bolu 2013.
ÖNDER, Mustafa, “Alevilik Tartışmaları Üzerine”, ZfWT Dergisi, Vol. 9 No. 2, Münih 2017.
ÖNDER, Mustafa. “Millî Mücadele Yıllarında Atatürk, Dini Yayınlar ve Din Adamları”.
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (1), Elazığ 2012.
SARIKAYA, M.S, Anadolu Aleviliğinin Tarihi Arka Planı. Frida Yayınları, İstanbul 2012.
SARIKOYUNCU, Ali, Atatürk Din ve Din Adamları. TDV Yayınları, Ankara 2004.
SELÇUK, Mualla. Din Öğretiminin Kuramsal Temelleri. Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar.
MEB Yayınları, İstanbul 2000.
TANYU, Hikmet. İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. AÜİF Yayınları, Ankara
1981.
TDV İslam Ansiklopedisi. 18.Cilt, “Hüseyin” Maddesi, 27.Cilt, “Maktel-i Hüseyin” Maddesi,
25. Cilt, “Kerbela” Maddesi, İstanbul: TDV Yayınları, İstanbul 1998-2003.
TDV İslam Ansiklopedisi, C.36, TDV Yayınları, İstanbul 2009.
TDV İlmihal I-II, TDV Yayınları, Ankara 2005.
TUKSAL, Hidayet Şefkatli, Kadın Karşıtı Söylemin İslam geleneğindeki İzdüşümleri,
Kitabiyat Yayınları, Ankara 2000.
ÜZÜM, İlyas. Günümüz Aleviliği. İsam Yayınları, İstanbul 1997.
ÜZÜM, İlyas. Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik. İsam Yayınları, İstanbul 2007.
YILMAZ, Hüseyin, “Alevilik-Sünnilik Açısından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri”.
CÜİF Dergisi, XIII (2), Sivas 2009.
YILMAZ, Hüseyin. Alevi-Sünni Diyalogu (Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme),
Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
YÖRÜKAN, Y.Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar. (T. Yörükan, Haz.). Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

“BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE” KİTABINA FİNLANDİYA-TÜRKİYE ÖRNEKLEMİNDE EĞİTİM TEMELLİ BİR BAKIŞ “IN THE LAND OF WHITE LILIES” OF BOOKS EDUCATION AT A GLANCE

Özet Anahtar Kelimeler
Bugün dünyanın çeşitli bölgelerindeki demokratik düzene ve ekonomik gelişmişliğe sahip birçok
ülke mevcut konumlarına büyük mücadeleler vererek gelmişlerdir. Bu durumun en önemli örneği
Finlandiya’dır. İsveç’in ve Rusya’nın yönetimi altında uzun yıllarını cehalet, sefalet, yokluk,
hastalıklarla boğuşarak geçiren Finlandiya, çözümü her zaman olduğu gibi eğitimde bulmuş;
toplumun her kesiminden sayıları az da olsa aydınların yaktıkları ışıkla bir uyanış başlamış ve bu
günlere gelmiştir. Bu gün özellikle eğitim, demokrasi ve toplumsal refah konusunda dünyanın
örnek ülkelerinden biri haline gelen Finlandiya, çok verimli toprakları, zengin yeraltı kaynakları
ve sanayisi olmadan bu başarıya imza atmıştır.
Aslında Finlandiya’nın bağımsızlığını kazandığı yıllardaki durumu ile Türkiye’nin durumu
benzerlik göstermektedir. Kurtuluş savaşı yılları ve sonrasında Anadolu’da yokluk, sefalet,
cehalet ve hastalıklarla mücadele ediliyordu. Bizim ülkemizde de etrafını uyandıracak,
aydınlatacak, cehaletin, yokluğun, hastalığın üstesinden nasıl gelineceğini gösterecek tıpkı
Finlandiya’da olduğu gibi rol model kişilere ihtiyaç vardı. Başta eğitimciler olmak üzere,
akademisyenler, din adamları ve üreticilerin içinden çıkan “yaşam mimarı” olarak
nitelendirebileceğimiz bazı kişiler modern Finlandiya’nın kuruluşunun en önemli unsurları
olmuşlardır.
İki ülke arasındaki bu benzerliği ve Finlandiya’nın problemlerini nasıl çözdüğünü anlatan
Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabını ayrıntıları ile bilen Mustafa Kemal
Atatürk, söz konusu kitabın başta askeri okullar olmak üzere tüm okulların müfredatına
konulmasını istemiştir. Amacı Türk Gençliğinin yeni bir silkiniş, aydınlanma ve çalışma ile
Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır medeniyetler seviyesine çıkartmaktır. O yıllarda bahse konu kitap
hayli ilgi görmüş, en çok okunanlar listesinde ilk sıralarda yer almıştır. Kitap Finlandiya’yı
anlattığı için değil, ülkemizin o günkü durumuna ayna tutarak, problemlerin tespiti, nasıl
çözülebileceğinin örneklerini sunması açısından değerlidir. Biz, teorik bir çalışma olan
tebliğimizde kitabın ayrıntılarını inceleyerek, eğitim temeline oturmayan hiçbir projenin kalıcı ve
gerçekçi olmayacağını yer yer Türkiye-Finlandiya örneklemi üzerinden ortaya koymaya çalıştık.

Abstract
Today, many countries with democratic order and economic development in various regions of
the world have come to their present position by giving great struggles. The most important
example of this situation is Finland. Finland, which spent many years under the leadership of
Sweden and Russia struggling with ignorance, misery, absence and disease, found the solution in
education as always. Finland, which has become one of the exemplary countries of the world in
the field of education, democracy and social welfare, has achieved this success without its fertile
lands, its rich underground resources and its industry. In fact, the situation of Finland in the years
when it gained independence is similar to the situation of Turkey. During the years of the war of
independence and then Anatolia was struggling with poverty, misery, ignorance and diseases. In
our country, there was a need for role-playing people, just like in Finland, to wake up, to light up,
to show how ignorance, ignorance, disease can be overcome. Some of the most important
elements of the establishment of modern Finland, especially educators, academics, clergy and
producers, were the “architect of life”. Knowing the details of Grigoriy Petrov’s book “in the land
of white lilies”, Atatürk wanted to be put into the curriculum of all schools, especially military
schools. The aim of the Turkish youth is to bring the Republic of Turkey to the level of
contemporary civilizations with a new silhouette, enlightenment and work. In those years, the
book was very interesting and ranked first in the most widely read list. The book is valuable not
because it tells Finland, but because it mirrors our country’s current situation and provides
examples of how problems can be solved. We examined the details of the book in our paper,
which is a theoretical study, and tried to present it through the sample of Turkey-Finland, where
no project that does not fit on the basis of Education will not be permanent and realistic.

A- GİRİŞ
Finlandiya yer altı zenginliklerinin fazla olmadığı, topraklarının 2/3 lük bölümü
ormanlarla kaplı bir kuzey ülkesidir. Ülke topraklarının sadece % 9 u tarıma elverişlidir. En
önemli gelir kaynağı orman ürünleri ve kâğıt ham maddesidir. Avrupa ülkelerinin kâğıt
ihtiyacını büyük oranda Finlandiya karşılar. Fince Türkçe gibi Ural-Altay gurubu dillere
dâhildir bu yüzden aralarında benzerlikler vardır. Finliler ilk defa Tatar asıllı Müslümanların
ticaret amacı ile bölgeye gelmeleriyle İslam’la tanışmışlardır. Bugün ülkede örgütlenmiş bin
kadar tatar Türkü, sonraki dönemlerde gelen diğer Müslümanlar ve Türk vatandaşları ile birlikte
on iki bin civarında Müslüman yaşamaktadır. Tatar Türkleri kurdukları dernekler vasıtası ile
Türk dünyasının ünlü bilginleri Reşit Rahmeti Arat, Sadri Maksudi Arsal, Abdullah Battal
Taymas, Akdes Nimet Kurat ve Musa Carullah Bigiyef’in görüşlerinden yararlanmışlardır.
Finlandiya’da İslami ilimler araştırma enstitüleri ve doğu dilleri bölümleri üniversitelerde
mevcuttur. (DİA. XIII: 111-114).

1- Neden Bu Kitap?
Öncelikle çalışmamızda faydalandığımız kitabın Elnur Osmanov tarafından Rusça’dan
çevrilen ve 2018 de Koridor Yayınları tarafından basılan nüsha olduğunu belirtmeliyim. Kitap,
Bulgaristan, Yugoslavya, Türkiye’de çok ilgi görmüştür. İlk tercüme edildiği yıllarda
ülkemizde Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap olmuştur. Türkçeye 1928 yılında
Bulgarca’dan çevrilmiştir. En az 16 baskı yapmıştır. Her baskı 12-25 bin arasıdır. Kitabın ana
fikri her insanın «yaşam mimarı» olabileceği, toplumsal sorumluluklarına ciddi bir şekilde
sahip çıkabileceği, kötülüklerin olmadığı, mükemmel bir toplum düzeninin kurulabileceğine
olan inancını Finlandiya örneği üzerinden ayrıntıları ile incelemesidir. Aynı idealizmin savaştan
çıkmış, yorgun, fakir, cahil, yoksul Anadolu halkı için de iyi bir reçete olacağını düşünen
Atatürk, kitabın her okulda okutulmasını bu yüzden istemiştir. 1960 yılında Cemal Gürsel
önderliğinde yapılan askeri darbeden birkaç ay sonra subaylar arasında bir anket yapılmıştı.
Anketteki sorulardan birisi «Sizi en çok etkileyen kitap hangisidir?» idi. Beyaz Zambaklar
Ülkesinde» kitabı ankette birinci olmuştu. Kitap bir Milletin kendi küllerinden nasıl doğacağını
anlatıyor.
Finlandiya 19. yüzyılın başlarına kadar yaklaşık altı asırdan fazla bir süre İsveç
Krallığı’nın kontrolünde kalmıştır., Napolyon Savasları (1803-1815) sırasında, 1809 yılında
Rus Çarlığı tarafından ele geçirilen Finlandiya, bağımsızlığına ancak I. Dünya Savası’nın patlak
vermesinden ve Rus Çarlığı’nın sonunu getiren Ekim Devrimi’nden sonra 6 Aralık 1917’de
kavusur. (Musa, 2012:222). Petrov’un neden Finlandiya örneğini seçtiğine gelince: öncelikle
yazar Finlandiya’nın her tarafını gezmiş ve yakından tanımıştır. Bu topraklara karşı daima bir
yakınlık, samimiyet, hayranlık ve sıcaklık beslemesi diğer bir nedendir. 20. Yüzyılın başlarında
liberal Rus aydınlarının önemli bir çoğunluğu özerk bölge olan Suomi’ye (Finlandiya)
hayranlık ve sempati duymaktaydı. Kendine ait bir anayasası, kendi kendini yönetme hakkının
yanında, 19. Yüzyılın sonlarına doğru kendi para birimi, vatandaşlık, gümrük sistemi, yönetim
kurumları ile adeta Batı Avrupa standartlarında bir ülke olmuştu. Özellikle hukukun ve
yasaların üstünlüğü açısından bütün Ruslar için bir cazibe merkezi, problemlerle boğuşan
Rusya’nın tam tersi bir görünüm arz ediyordu (Petrov, 2018: 23-25).
Şu anda Finlandiya’da Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabının fazla tanınmadığını
söylemek mümkündür. Bunun nedeni yazar Grigoriy Petrov’un Rus olması, kitabın Rusça,
Bulgarca basılması ve diğer dillere bu dillerden tercüme edilmesi olabilir.

III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabının 1928 yılında yapılan ilk tercümesi (Eski
Türkçe)
B- GRİGORİY PETROV KİMDİR?
1866 da St. Petersburg’a bağlı Yamburg’ta doğdu. Fakir bir ailenin çocuğuydu. St.
Petersburg’ta önce Ruhban Okulu’nu, sonra İlahiyat Akademisini bitirdi. Eğitimciliğe büyük
ilgi duyan Petrov, liselerde ve askeri okullarda konferanslar vermeye başladı. Kısa sürede
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

meşhur oldu. Genç, yetenekli ve hitabeti düzgün bir papaz olarak ün saldı. Rusya’nın yaşadığı
toplumsal hayattaki durgunluğu eleştirmiş, halkın zor koşullarda yaşadığını vurgulayarak; her
kesimden aydınların bu problemlerin çözümü için çalışmasını ve hayatlarını bu konuya
adamalarını tavsiye ediyordu. Bir Ortadoks Papazın bu görüşleri kiliseyi rahatsız etmişti.
Kilise’nin tavrı ve sansürü Petrov’un meslekten ayrılması ile sonuçlandı.
1898 yılında yazdığı «Hayatın Temeli Olarak Kutsal Kitaplar» adlı eseri çok büyük ilgi
gördü. Kilisenin de yenilenmesi gerektiğini savunan Petrov’un ünvanı elinden alınarak sürgün
edildi. Bütün bunlar onun ününü daha da arttırdı. Uzun yıllar gözetim altında tutuldu. Ama
konferanslarını sürdürdü. Dinleyen herkesi etkiledi. Gençlere şöyle sesleniyordu: “Siz
nasılsanız Rusya da öyle olacaktır. İşe önce kendinizden başlayın. Emek sarfetmeden bir şeyi
değiştirmek mümkün değildir. Kötülükle ve cehaletle mücadele edin”. Petrov’un bu kadar
başarılı olmasındaki esas sebep: Konuşmalarında ve yazılarında Rusya’da hayatın gerçekleri
üzerinde durması, anlattıkları ile gerçek yaşamın birbiri ile örtüşmesidir.
Petrov iki kez evlenmişti. Birinci evliliğinden olan Boris adlı oğlunu savaşta kaybetmesi
onu çok etkilemişti. İkinci evliliğinden ise Marina adlı kızı doğmuştu. Münih’te yaşayan ve
2002 yılında vefat eden Marina, babası hakkında elimizde mevcut bilgilerde büyük pay
sahibidir. Petrov gönüllüler ordusuna katılmış, Kuzey Kafkasya, Kuban ve Kiev’de bulunmuş,
buralarda devrim karşıtı konferanslar vermişti. Kiev’in Bolşeviklerin eline geçmesi üzerine
Kırım’a gitmiş, beyaz ordunun Kırım’ı terk etmeye başladığı 1920 yılının sonlarına doğru
ülkesini terk etmeye karar vermişti. Vapurla İstanbula kadar gelen Petrov, daha sonra
Gelibolu’da bulunan mülteci kampına, oradan da İtalya’nın Trieste şehrine gitti (Petrov,
2018:13-18).

1- Finlandiya-Türkiye İlişkileri
Son dönemlerde ülkeye gelen diğer Müslümanlar ve Türk işçilerini saymazsak
Finlandiya’da yaşayan Türkler genellikle Tatar Müslümanlarıdır. Tatarlar dış dünya ile sürekli
irtibat halinde olmuşlar, birçok düşünürü Finlandiya’ya davet ederek görüşlerinden
faydalanmışlardır. 1880 yılında Kazan-Taşsu köyünde doğdu. Köyün imamı Nizamettin
Maksudi’nin oğludur. Dini ilimleri Kazan’daki Allamiye Medresesinde öğrendi. 1895-1896
yıllarında bir yıl süreyle Kırım’da Gaspıralı İsmail’in talebesi oldu. Genç yaşta İsmail
Gaspıralı’nın yanında bulunmak milli duygularının gelişmesinde önemli rol oynadı. 1901
yılında Kazan’daki Rus Öğretmen Okulu’nu bitirerek Paris’e gitti. Hukuk Fakültesine kaydoldu
ve burada Yusuf Akçura ve Yahya Kemal’le tanıştı. Sorbon Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi
gördü. 1905 yılında memleketine döndü. 1907-1912 yılları arasında Rus Çarlığı parlamentosu
olan Duma’da milletvekilliği yaptı. Mecliste yaptığı ateşli konuşmalarla Rusya Türklerinin ve
Osmanlı Devletinin haklarını savundu. 1917 Ekim ihtilaliyle Çarlık Rusyası sona erdi,
Sovyetler Birliği kuruldu. 22 Temmuz 1917 tarihinde İç Rusya ve Sibirya Millî-Medenî Türk-
Tatar Muhtariyeti kuruldu. Sadri Maksudi bu özerk devletin meclis ve devlet başkanı oldu.
Böylece 1552’den beri Rus tutsaklığı altında bulunan Tatar Türklerinin, kısa süreli olsa da, İdil-
Ural devletinin ilk cumhurbaşkanlığını yaptı. Rus komünistleri, 1917-1920 arasında kurulan
bütün özerk veya bağımsız Türk devletlerini yıktı.
Sadri Maksudi köylü kılığına girerek Finlandiya’ya geçmek zorunda kaldı. Finlandiya’ya
geçişi ve ikameti, bugün de mevcut olan Finlandiya Türk Tatar Cemaati tarafından sağlandı.
Oradan Paris’e geçerek Sorbonne üniversitesinde dersler verdi.1920-1925 yılları arasında Sadri
Maksudi Paris Barış Konferansı’nda Türklerin haklarını savundu. Sorbonne Üniversitesi’nde
dersler verdi. Atatürk ve maarif vekili Hamdullah Suphi tarafından Türkiye’ye davet edilince
ailesiyle birlikte Ankara’ya geldi. Hukuk Fakültesi’nde Türk Hukuk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu.
1925 yılından 1950 yılına kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültelerinde hukuk tarihi, Türk
Hukuk Tarihi, Hukuk Felsefesi derslerini verdi. Hukukçu olmasına rağmen Türk Tarihi’ne
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

büyük ilgi duydu. Türk Ocakları’nın 1930 yılında yapılan kurultayında yalnız tarihle uğraşacak
bir encümen veya akademinin kurulması fikri Afet İnan tarafından desteklenince bugünkü Türk
Tarih Kurumu’nun temeli atılmış oldu. 1931-1939 yılları ile 1950-1954 yılları arasında üç
dönem milletvekilliği yaptı. 1950-1951 yıllarında Türk Parlamento Grubu Başkanı olarak
Avrupa Konseyi’nde Türkiye’yi temsil etti. Türk Dili İçin, Milliyet Duygusunun Sosyolojik
esasları, Maişet, Orta asya Türk Devletleri, Hukuk Tarihi dersleri, Umumi Hukuk Tarihi,
Hukuk Felsefesi Tarihi önemli eserleridir. 20 Şubat 1957 tarihinde vefat etti. (Akpınar, TDVİA,
C.3, s.396,397; https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=4462).
Bolşevik İhtilali’nden sonra çok zorlu koşullar altında Finlandiya’ya geçebilen Sadri
Maksudi Arsal, oturma izni almak istemektedir, ancak ülkede Rusya ile bağlantısı bulunan hiç
kimseye kesinlikle oturma izni verilmemektedir. Rivayete göre Sadri Maksudi dönemin
Finlandiya İçişleri Bakanına gider:
– Biz Rus değiliz, sizinle aynı ırktanız. Hatta vaktiyle Duma’da, bizim mebuslarımız sizin
de haklarınızı savundular. Ama şu an siz bizim kısa bir müddet kalmamıza bile izin
vermiyorsunuz. (Rus Hükümeti, 1910 yılında, egemenliği altında bulunan Finlandiya’nın
muhtariyetini biraz daha sınırlandırmak için bir kanun hazırlar. Bu kanun görüşülürken, Sadri
Maksudi Arsal Finlandiya’nın muhtariyetini hararetle savunan bir konuşma yapmıştır).
– Evet hatırlıyorum der bakan. Duma’da Sadri Maksudi diye biri bizi müdafaa etmişti…
O pek muhterem ırkdaşımızı tanıyor musunuz? Acaba şimdi nerededir?
– İşte karşınızda diye cevap verir Sadri Maksudi.
– Siz ha ! Siz misiniz? Niçin daha evvel söylemediniz?
Bakan Sadri Maksudi’yi kucaklar, özür diler ve bir müddet sonra ikamet belgesini bizzat
kendisi Sadri Maksudi’nin kaldığı yere getirir ve O’na hükümetin misafiri olduğunu söyler.
1918-19 yıllarında Sadri Maksudi Finlandiya Türklerinin sayesinde hayatının en rahat
dönemlerinden birini yaşar. Finlandiya ile Türkiye arasında kültürel benzerlikler dikkat
çekmektedir. Aynı kökten olduğumuza dair güçlü deliller vardır. Benzer kelimeler, kavramlar
bulunmaktadır. Finlandiya’nın önemli bir şehri “Turku” adını taşımaktadır.
2- Eğitim
Petrov kitabının başlangıç bölümünde tarihi Moskova Tiyatro binasının ağaç kazıklar
üzerine yapılmasından dolayı çökmeler ve çatlamalarla yıkılmaya yüz tuttuğunu ve mimarların
bu duruma çare aradığını anlatır. Sonunda binayı yıkmadan ağaç temel kirişlerini bölüm bölüm
büyük granit bloklarla değiştirerek binanın kurtarıldığından bahseder. Petrov burada, eskiyi
tamamen silmeden ve inkar etmeden yeniyi bazı değişiklik ve düzenlemelerle üzerine ilave
etmekten, reformdan bahsetmektedir. Finlandiya’daki değişim ve gelişim Eğitim alanında
yapılan reformlarla başlamıştır. «Cumartesi Derneği» öncülüğünde başlatılan yeni yapılanma
ilk kez Helsinki Lisesi nde uygulanmış, başarılı olunca ülkeye yayılmıştı. Eğitimde ders
çeşitliliği azdır. Günlük ders sayısı da azdır. Teneffüsler uzundur ve öğrenciler teneffüslerde de
öğrenmeye devam ederler. Spor, Güzel sanatlar, yazılım vb. etkinlikler için altyapı yeterlidir.
Okul binaları, genişlik, hijyen, aydınlatma, havalandırma, geniş koridorlar, rahat ve kullanışlı
sıralar, güvenli ve geniş avluları ile gözde yapılardır. Gelirin önemli bir bölümü okullara
ayrılmaktadır. Finlandiyalılar: «Bizim madenlerimiz, doğal zenginliklerimiz yoktur. Ama
onlardan daha önemli eğitim madenlerimiz ve fabrikalarımız vardır. Buralarda kaliteli, çalışkan
ve yurtsever nesiller yetiştiriyoruz» derler. Öğretmenler idealist ve örnektirler. Kahramanlardan
biri olan Snelman bir düşünür ve filozoftu. Yaşamı boyunca ülkesinin kalkınması için adeta
çırpındı. Snelman ve onun gibi kendisini ülkesine adamış «Halk Öğretmenleri» adeta
«Bataklıklar Ülkesi» olan Finlandiya’yı «Beyaz Zambaklar Ülkesi» ne dönüştürdüler. Snelman,
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

askerlerden, din adamlarından, öğretmenlerden, doktorlardan, iş adamları ve esnaftan oluşan
gönüllüler ordusuyla ülkesinin yoksulluktan, cehaletten, tembellikten kurtulmasında önemli bir
rol oynadı. Bütün kurumların, köylülerin, işçilerin, halk kitlelerinin değişimi ve dönüşümünün
temelinde Eğitim vardır.
Finlandiya eğitim sisteminde okullar, çocukların atlatmaları gereken bir dönem olarak
değil, eğitim ve yaşam alanı olarak kabul edilir. Öğretmen adayları en zeki öğrencilerden değil,
sosyal ve duygusal becerisi yüksek, öğretmenliği seven, karakterli öğrencilerden seçilir. Dersler
kadar teneffüsler de önemlidir ve öğrenciler teneffüslerde de öğrenmeye devam ederler. Altyapı
buna uygundur (Sahlberg, 2018:18,19). Eğitim sisteminin düzelmesi için öncelikle kaliteli
öğretmenler, kaliteli idareciler olmalıdır. İdealist olmayanlar ayıklanmalıdır. Tüm okullarda
aynı programın uygulanması ve tüm öğrencilere aynı sınavın uygulanması yanlıştır. Gardner’ın
çoklu zekâ teorisi sözde kalmamalı ve uygulanmalıdır. Öğrenme süreci her bir öğrenciye
uyacak şekilde kişiselleştirilmeli, çok yönlü öğretim metotları kullanılmalıdır. Uygun yöntem
ve öğrenim desteği olduğu müddetçe her öğrencinin her şeyi öğrenebileceği kabul edilmelidir.
Dewey’in fikir babası olduğu “işbirlikçi öğrenme” hayata geçirilmeli, büyük sınıflarda
öğretmenden ders dinlemek yerine; küçük guruplar halinde gerçek hayata dair meseleler
üzerine kafa yorulmalıdır. Öğretmenlerin birbirlerinin tecrübelerinden yararlanması
sağlanmalıdır (Sahlberg, 2018:24-35).
Finlandiya’da okulda geçirilen zaman ve ev ödevlerine ayrılan zaman diğer ülkelere göre
daha azdır. Derse ve ödeve ayrılan sürenin çok olması, başarının da çok olması anlamına
gelmiyor. Ülkede hiç ev ödevi verilmediği doğru değildir. Ama verilen ödevler kısa sürede
bitecek şekilde ve asli bir role sahip değil. Uzun teneffüs ve fiziksel aktivite çocukların
başarısına önemli bir katkı sağlamaktadır. Genel istatistiklerden ziyade öğrencileri daha iyi
tanıma fırsatı veren küçük verilere odaklanılmalıdır. Örneklem tabanlı ölçme ve
değerlendirmeler, yerel düzeyde ölçme ve değerlendirmeler, sınıf düzeyinde değerlendirmeler
bize daha somut veriler sunar. OECD tarafından geliştirilen ve bir uluslararası eğitim
değerlendirme programı PISA (The Programme for International Student Assessment-
Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) her üç yılda bir 15 yaş gurubu gençlerin o ülke
tarafından nasıl eğitildiğini ölçmektedir. Fen Bilgisi, Matematik ve okuma becerilerini ölçen
PISA sonuçları aslında okulların öğrencileri modern dünyaya ne derece hazırladığını
sorgulamaktadır. Türkiye her üç alada da maalesef istenilen yerlerde değildir (Şirin,
2019:124,125). Finlandiya ise son yıllarda PISA sonuçlarına göre ilk sıralarda yer almaktadır.
Bunun sebebi dışarıdan müdahale olmadan uygulanan istikrarlı bir programdır. Finlandiya
bugün adeta eğitime yapılan yatırımın meyvelerini toplamakta ve uyguladığı modelle birçok
ülkeye örnek olmaktadır (Sahlberg, 2018:101 vd.). Finlandiya eğitim sisteminde ödevler yaş
gurubu ve sınıflara göre ayarlanmakta, alt sınıflarda daha az, yukarı sınıflarda daha fazla ve
kararında olmaktadır. PISA sonuçlarına göre dünyada en başarılı iki ülke, Finlandiya ve Güney
Kore aynı zamanda en az ödev veren ülkelerdir. Çok ödev çok başarı anlamına gelmemektedir
(Şirin, 2019:153). Bizim ülkemizde de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yabancı eğitim
uzmanlarının tavsiyeleri de dikkate alınarak kaliteli okullar kurulmuş, kaliteli programlar
uygulanmış ve kaliteli elemanlar yetişmiştir (Türen, 2019). Dewey’in raporları ve “işbirlikçi
öğrenme” modeli bizde de uygulanmış başarılı da olmuştur. Ancak eğitime yapılan siyasi
müdahaleler bu başarıları bitirmiştir (Akyüz, 2013: 393-397; Önder, 2014:216,217,238,239).
3- Aileleler ve Çocuklar
Petrov anne ve babaların günlük rutin işlerinden fırsat bulamadıkları için çocuklarıyla
fazla ilgilenemediklerinden bahseder. Çocukluk dönemi, çocuk aklı ve kalbinin boş bir tarlaya
benzediğini, oraya bakım yapılıp iyi tohumlar ekilmezse sadece kuru laflarla çocukların
eğitilemeyeceğini söyler. Aile terbiyesi ve ortamı çok önemlidir, zihinsel ve manevi açıdan
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

sağlıklı olması gerekir. Çocuklara yalan söyleme, kimseyi kandırma, şu işi yaparsan günah olur
sözlerinin etkili olabilmesi için öncelikle yetişkin aile fertlerinin bunları yapmaması gerekir.
Çocukların müthiş bir hissetme kabiliyeti vardır. Anne ve babalarının çelişkili davranışlarını
hissettiklerinde onlara saygıları azaldığı gibi, söylediklerini de dikkate almamaya başlarlar.
Petrov çocukların eğitimi ile ilgili bir metafor kullanarak mesajlarını bu metafor üzerinden
vermeye çalışır. Hz. Musa çobanlık yaparken bir çalının sürekli yandığını ama bu yangının bir
türlü bitmediğini görür. Nedenini anlamak için yaklaştığında gizliden bir ses duyar: ”Ey Musa
ayakkabılarını çıkar, çünkü şu an bastığın topraklar kutsaldır”. Çocuk eğitiminin çok önemli bir
iş olduğunu belirten Petrov; aynen Musa kıssasında olduğu gibi, bu eğitimin kirli kalplerle,
dağınık ve pejmürde bir hayatla, yalanla, içki vb. kötü alışkanlıklarla yapılamayacağını söyler.
Kavga, hırs, açgözlülük gibi davranışlar sergilendiğinde ahlaklı çocuklar yetiştirmek mümkün
değildir diyerek Tolstoy’dan şu alıntıyı yapar: “Hayattaki aşırı düzensizliğin başlıca
nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya çalışması, fakat hiç kimsenin
hayatın kendini düzene sokmak istememesidir” (Petrov, 2018:123-128).
Fin halk kahramanı Snelman’ın bu tür konuşmaları etkili olmuş, aileler kendilerine bir
çeki düzen vermeye karar vermişlerdi. Kurdukları ebeveyn toplulukları vasıtası ile bir araya
geliyorlar, tecrübelerini, eksiklerini ve çocuk terbiyesini konuşup uygulamaya çalışıyorlardı.
Öğretmenlerin de katkısı ile Fin aile yapısı değişmeye, vatansever ve manevi değerlere sahip
nesiller yetişmeye başladı. Modern Finlandiya’nın oluşmasında bu nesiller katkı sağladılar
(Petrov, 2018:129). Günümüz modern eğitiminde ve ülkemiz eğitiminde yapılması gereken en
önemli değişikliğin aile ve öğretmenlerin rol model davranışlar sergilemesi olduğunu
söylemeye gerek yoktur (Şirin, 2019:67).
4- Din Adamları
Petrov’a göre ülkenin aydınlanması ve kalkınmasında temel dinamiklerden birisi din
adamlarının söylemleri ve din anlayışıdır. Kitapta Snelman’ın ve Papaz Mc’Donald’ın ağzından
din konusunda yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor Petrov: Halkın gerçek anlamda hizmetkârı
olun, sadece kiliseye bağlı memurlar olarak kalmayın. Göreviniz sadece dini törenler yapmak,
kilise kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığını takip etmek ve dua etmek değildir. Bütün
Peygamberler halkın içindedir. İnsanlara öncelikle sevgiyi, dürüstlüğü, çalışmayı, temizliği ve
yardımlaşmayı uygulayarak anlatmışlardır. Halka süslü ve tekrarlanan cümlelerle vaaz etmeyin.
İçten ve ruhlarını uyandıracak şeyler söyleyin. Sizler de bu toplumun bir parçasısınız. Gökten
inmediniz. Ama kilise ve dine karşı halkın ilgisizliğinin artmasında hiç suçunuz yok mu?
Siz kendi aranızda bir ruhban sınıfı oluşturup halktan uzaklaşmışsınız. Din insanların
ilişkilerinden tutun da, tarladaki ürününe kadar her yerde bağlantıda olduğu duygudur.
Kitaplarda yer alan soyut kurallar ve gösterişli ayinlerin karışımı din değildir. Şu anda ülkedeki
dini kurumlar ve din adamlarının görüntüsü, dükkânların veya işyerlerinin önlerine asılan
reklam tabelaları gibidir. Gerçeği aratmayan bu görüntülerin hiç biri (ekmek, içecek, tavuk,
araba vs) hakiki değildir, yapmadır. Yenilmez, içilmez ve kullanılmaz. Siz sobanın içini kaliteli
yakacakla doldurur ve bir kıvılcım çakarsanız, o soba ne yapacağını kimseye sormaz. Yanar ve
etrafını ısıtır. İnsanların içine, ahlakı, sevmeyi, çalışmayı koyun, gerisi kendiliğinden
gelecektir. Alışılmış ve eskimiş kalıpları yıkmadan, sorgulamadan bu olmaz.
Petrov kitabında örnek din adamı olarak Papaz Mc. Donald ve eserinden bahsetmektedir.
Büyük etki yaratan ve “Güneş Kitabı” olarak ünlenen eserinde Katolik din adamlarının ve
kilisenin durumunu eleştiriyor, dini aydınlanmada Lutherci akımın etkisi ile protestan
kilisesinden yana tavır koyuyordu. Mc. Donald’lar aile olarak örnek ve ilkeli davranışları ile
herkesin takdirini kazanmış, papaz olan Luca Mc. Donald aldığı eğitim ve bildiği yabancı diller
sayesinde dünya literatürüne hâkimdi. Felsefe, ekonomi ve astronomi ve jeolojiye de hâkimdi.
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

Ülkemizdeki duruma baktığımızda Petrov’un söylemlerinin haklı yanlarının hayli fazla
olduğunu görürüz. Yüz bine yaklaşan cami sayısı, otuz bin civarında Kur’an Kursu, yüz kırk
bine yaklaşan Diyanet personelini dikkate alarak bazı öngörülerde bulunmak zor değildir. Bu
kadar personel ve kurum ile ülke kalkınmasına, aydınlanmaya ve sosyal barışa çok ciddi
katkılar yapılabilir. Alışılmışın dışına çıkarak ve geleneksel adetlerden, söylemlerden vaz
geçerek, bizim adeta milli din anlayışımız olan Maturidilik felsefesini okullarda, camilerde,
Kur’an Kursları’nda öğretim konusu yaparak, ithal dini yorumlardan ve bunların gençliği
uyuşturan söylemlerinden kurtulabiliriz. Atatürk ve arkadaşları Cumhuriyetin kuruluş
yıllarında hemen hemen hiç Türkçe dini eser olmaması, din adına hurafelerin yaygın şekilde
uygulanması, halkın dinini birinci kaynaklardan öğrenmesi için çok ciddi çalışmalar
yapmışlardır. Elmalı’lı Hamdi Yazır’a tefsir, Babanzade Ahmed Naim ve Kamil Miras’a hadis
ve Mehmet Akif’e (sonradan vaz geçti) Kur’an Meali yazdırılması TBMM tarafından
kararlaştırılmış, bu eserler basılarak dağıtılmış ve hala kaynak kitap olma özellikleri devam
etmektedir. Bu çalışmaların yanında, hutbelerin Türkçe okunmaya başlaması dinin doğru
kaynaktan, doğru anlaşılması için gerçek bir reform niteliğindedir. Ama sonraki dönemlerde
devam ettirilememiştir (Önder, 2012:77,79; Okutan, 2019:233 vd.).
5- Futbol
Petrov’un ilginç görüşleri vardır. Bunlardan birisi de Futbol ile ilgilidir. Haklılık payının
olduğunu belirtmek gerekir. Başta içki, giyim tarzı, traş şeklinden tutun da, at yarışları ve futbol
bunlardan bazılarıdır. Futbol öylesine yayıldı ki, bütün Avrupa’yı ve Dünyayı etkisi altına aldı
ve adeta bir “din” oldu. Bu etki artarak günümüzde devam etmektedir. Dünyanın en fazla
seyircili, en fazla paralı spor dalı futboldur. Bütün gençler hayranlık duydukları takımlar uğruna
her şeylerini feda edecek durumdadır. Büyük statlar milyonlarca insanı adeta beşikler gibi
sallamakta ve uyutmaktadır. Futbol akıl gücünden ve üretmeden ziyade fizik gücüne dayanır.
Maalesef çok zeki beyinleri uyuşturabilmektedir.
Finlandiya gençliği de aynı tuzağa düşmüştür. Futbol sadece sahada oynanır ve biter,
hayat dışarıdadır. Finlandiya’nın sadece top peşinde koşacak gençlerden ziyade, ülkenin
ekonomik, sosyal, düşünsel ve manevi dinamiklerini harekete geçirecek ve öncülük edecek
şahsiyetlere ihtiyacı vardır. Herkül gibi güçlü bir vücudunuz olsun ama Sokrates gibi düşünen
ve üreten bir beyniniz de olsun. İspanya’da zamanla halkın hayali kahramanların maceralarına
bir hastalık derecesinde düşkünlüğünü tenkit için Cervantes’in Don Kişot romanını yazdığını
unutmamak gerekir. Aynı sıkıntıların ülkemizde yaşandığını görmekteyiz (Sahlberg,
2018:114-122). Bilinçsiz bir şekilde milyonların statlarda saatlerini geçirdiği, gençlerin futbol
ve futbolcularla yatıp kalktığı; transfer, loto, toto piyasasında milyarlarca doların döndüğü
ortadadır. Rol model olması gereken sporcular yok denecek kadar azdır. Spora karşı olmak
elbette mümkün değildir. Ülkemizdeki futbol sektörünü göze alırsak Petrov’un haklı olduğunu
anlamak güç değildir.
C- SONUÇ ve ÖNERİLER
Finlandiya ve Türkiye aynı dönemde medeniyet yarışına başlamışlardır. Biz Kurtuluş
savaşından çıktığımız yıllarda onlar da Rusya’nın egemenliğinden kurtulmuşlardı. Şartlarımız
aşağı-yukarı aynıydı. Yokluk, sefalet, hastalık, cehalet, miskinlik ortak problemlerimizdi.
Üstelik Finlandiya da verimli topraklar da yoktu. Orada Grigoriy Petrov-Snelman ve her
kesimden çıkan idealist, vatansever insanların çalışmaları adeta bir dairesel dalga misali her
tarafa yayılmış, problemler tek tek çözülerek Finlandiya kendi küllerinden yeniden doğmuştur.
Bizde de Atatürk ve arkadaşlarının üstün gayretleri ile eğitimde, sanayide, tarımda, dini doğru
anlamada, sağlıkta çok önemli atılımlar yapılmıştır. Ancak bu atılımlar siyasi müdahaleler,
basit hesaplar ve dış güçlerin etkisiyle devam ettirilememiş, teoride kalmaya mahkûm
bırakılmışlardır. Finlandiya’da ise bu tür yanlışlıklar yapılmamış, istikrarlı bir uyanış ve
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

aydınlanma hareketi sayesinde bugün Dünyada eğitimde ve toplumsal refah seviyesinde en
önde olan ülkelerdendir.
Bunun sebebi teoriden ziyade uygulamaya ve istikrara önem vermeleridir. Eğitim
Sistemleri iyi insan, iyi vatandaş, üreten ve düşünen vatandaş yetiştirmeye odaklıdır ve yaklaşık
100 yıldır aynı hedefe ilerlemektedir. Biz hala eğitimde deneme sürecindeyiz ve buna devam
ediyoruz. Teorimiz çok iyi olabilir, ancak yeni nesilleri teoriler değil uygulama ve rol model
kişilikler, davranışlar yetiştirir. Mart ayında MEB Antalya’da bazı okullarda Finlandiya
örneğine geçileceğini (40 dk. Ders, 40 dk. Teneffüs) açıkladı. Bu durum bizim eğitim
konusunda hala bocalamaya devam ettiğimizi göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında
yurtdışından gelen uzmanların da görüşleri alınarak kaliteli okullar kurulmuş; buralardan
ülkesine, milletine hizmet eden çok değerli kişiler yetişmiştir. Kısaca söylemek gerekirse biz
kaliteli okullar ve kaliteli eğitimin tecrübesine sahip bir ülkeyiz. Siyasi mülahazalarla eğitim
sistemimize sık sık yapılan müdahaleler maalesef ortaya karışık bir eğitim sisteminin çıkmasına
yol açmıştır. Bizim kültürümüzde öğrencilerimize yeni bir ruh, Türklük bilinci, çalışma azmi
verecek o kadar örneğimiz ve rol modellerimiz vardır ki, saymakla bitmez. Bunların gençlere
tanıtılması, eserlerinin okutulması, ruhlarına ve vicdanlarına seslenecek, ülke sevgisini öne
çıkaran bir eğitim sistemi için hala vakit vardır. Din adına ithal ve modası geçmiş ideolojileri
bir yana bırakarak, İslam’ı en doğru şekilde anlayıp, yorumlayan; aklı ve düşünmeyi ön plana
çıkaran Maturidi’lik anlayışı okullarımızda öğretilmelidir. Sadece camileri, Kur’an Kurslarını
ve buralarda görev yapan personeli yönetmek, belli kalıpların dışına çıkmayan ritüeller icra
etmek, süslü cümlelerden oluşan vaaz ve hutbeler vermekle problemlerin çözülmediğini
asırlardan beri tecrübe ettik. Yeni bir din anlayışına, bize ait bir yoruma ve insanların ruhunu,
ahlakını canlandıracak söylemlere ihtiyaç vardır. Tıpkı Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda
yapılan reformlar gibi. Tek çare Cumhuriyetin fabrika ayarlarına geri dönmekten geçiyor.
Bütün problemler kaliteli eğitim veren okullarla, rol model öğretmenlerle çözülür. Bilgi
bombardımanı yerine kavramlarda yoğunlaşmalıyız.
Öncelikle bir karar vermeli, yetiştireceğimiz insan tipini belirlemeli ve Eğitim
Fabrikası’nın ayarları ile oynamamalıyız. Çocuklardan beklediğimiz davranışları yetişkinler
olarak öncelikle bizler uygulamalı, rol model olduğumuzu unutmamalıyız. Eğitim açık bir
sistemdir, dışarıdan müdahaleye gerek kalmadan kendi kendini düzeltme özelliğine sahiptir.
Denemelerden hiç hoşlanmaz. Finlandiya ile farkımız da buradadır.
BİBLİYOGRAFYA
AKPINAR, Turgut, “Sadri Maksudi Arsal”, maddesi, TDVİA, C.3, s.396,397, İstanbul 1991.
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2015.
http://www.cihandura.com/tr/makale/beyaz-zambaklar-uelkesnde-grgory-petrov
Medium.com adresinde görüntüleyin
Medium.com adresinde görüntüleyin
https://www.kreatifbiri.com/beyaz-zambaklar-ulkesinde-inceleme/
KÜÇÜK, Evren, “ Finlandiya’da Türk Tatar Toplumu”, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi, S.8, 2012.
MUSA, Bağdagül, “Finlandiya Türkologları Türkoloji Çalışmaları Bibliyografyası”, TÜBAR Dergisi, C.XXXII,
Güz 2012.
OKUTAN, Ahmet, Atatürk’ü Doğru Anlamak, Kırk Yayınları, İstanbul 2019.
ÖNDER, Mustafa, “Milli Mücadele Yıllarında Atatürk, Dini Yayınlar ve Din Adamları”, Fırat üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.17/1, ss.75-83, 2012 Elazığ.
ÖNDER, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, Anı Yayıncılık, Ankara 2014.
PETROV, Grigoriy, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Çev: Elnur Osmanov, Koridor Yayıncılık, İstanbul 2018.
SAHLBERG, Pası, Eğitimde Finlandiya Modeli, Çev: Cansen Mavituna, Metropolis Yayıncılık, İstanbul 2018.
SÖNMEZ, Veysel, Öğretmen El Kitabı, Anı Yayıncılık, Ankara2012.
ŞİRİN, Selçuk, Yetişin Çocuklar, Doğan Kitap, İstanbul 2019.
TDV İslam Ansiklopedisi, “Finlandiya” Maddesi, C.13, s.111-116, İstanbul 1996.
TÜREN, A.Özgür, Köy Enstitüleri Dosyası Türk Rönesansı, Destek Yayınları, İstanbul 2019.

TİMUR ve TİMURLULAR DEVLETİNE KARŞI ÖNYARGILI MI BAKIYORUZ? (Türk Eğitim Tarihi Açısından Bir Değerlendirme) ARE WE BIASED AGAINST THE TIMURIAN AND TIMURIAN STATE? (Evaluation In Turkish Education History)

Mustafa ÖNDER
Dr. Öğr. Üyesi, Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğitim Bl

ÖZET
Tarihte 16 büyük Türk devleti kurulmuştur. Bunların isimlerini çocuklarımıza öğretiriz, bazılarını
derinlemesine eğitim-öğretim konusu yaparız, devletimizin temsil makamı olan Cumhurbaşkanlığı
forsunda da tarihte kurduğumuz bu devletleri sembolize eden 16 yıldızı kullanmaktayız. Ancak söz
konusu devletlere eşit ve objektif bir anlayışla yaklaştığımızı söylemek mümkün değildir. Bazılarını
bütün ayrıntıları ile inceleyerek göklere çıkarır, buna karşılık bazılarını ya görmezden gelir, ya da
övdüklerimizin gölgesinden gün yüzüne çıkarmayarak ve taraflı yaklaşarak kendi kendimizi aldatmaya
çalışırız. Bu durumun tipik bir örneğini Timur ve Timur İmparatorluğu için yapmaktayız. Türk Eğitim
Tarihi Dersi kapsamında aynı anlayışın devam ettiğini, yazılan ders kitaplarında Timur
imparatorluğundan ve eğitim sisteminden, bilim adamlarından hiç bahsedilmediğini görmekteyiz.
Hâlbuki Timurlu Devleti’nde ciddi bir eğitim, bilim ve sanat faaliyetinin olduğunu; dünya çapında bilim
adamlarının yetiştiğini biliyoruz. Özellikle İran ve Arap kaynaklarının etkisi ve Cumhuriyet döneminde
ülkemize gelen Tatar asıllı bilim adamlarımızın duygusal değerlendirmeleri bu taraflı bakış açısında
etkili olmuştur kanaatindeyiz. Diğer bir problemin de tarihçilerin ve eğitimcilerin ortak bir noktada
buluşamamalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Objektif olmayan bu bakış açısının Avar’lar,
Hazar’lar, Harezmşahlar, Altın Orda ve Babür’lüler için de geçerli olduğunu görmekteyiz. Nitel bir
çalışma olan tebliğimizde, doküman incelemesine dayalı olarak Timurlu Devletindeki bilim ve kültür
faaliyetlerini, alan yazındaki eksik ve yanlış bilgilerin nereden kaynaklandığını ortaya koymaya çalıştık.
Türk Eğitim Tarihi alanında yapılacak çalışmalara ışık tutması ve özellikle öğretmen adaylarına Timurlu
Devletindeki eğitim-öğretim faaliyetlerinin tanıtılması çalışmamızın amacını oluşturmaktadır. Bu güne
kadar konunun gündeme getirilmemesi çalışmamızın önemini ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Timur, Timurlu Devleti, Eğitim, Bilim, Türk Eğitim Tarihi.

ABSTRACT
16 great Turkish States were established in history. We teach our children the names of these, some of
them in-depth education. we use 16 stars to symbolize these states that we have established in history in
the presidential post, which is the representative. Office of our state. However, it is impossible to say
that we approach these states with an equal and objective understanding. We try to deceive ourselves by
examining some of them with all the details, but we either ignore some or we try to deceive ourselves
by not exposing ourselves to the shadow of what we praise. We are making a typical example of this
situation for the Timur and Timur Empire. We see that the same understanding continues within the
scope of Turkish history. The same understanding continues within the scope of Turkish education
history course. in the textbooks, we see that there is no mention of the Timur Empire and the educational
system of scientists.
However, we know that there is a serious Education, Science and Art activity in the Timurid State, and
scientists around the World are growing. We believe that the influence of Iranian and Arab sources and
the emotional evaluations of our Tatar-based scientists who came to our country during the Republican
period heve been effective in this regard. We can say that another problem stems from the fact that
historians and educators cannot meet at a common point. This non-objective perspective also applies to
the Avars, the Khazars, the Harezmshahs, the Golden there and the Baburians. In our paper, which is a
theoretical study, we tried to determine the scientific and cultural activities of the Timurid State based
on document review, from where the missing and wrong information in the Summer originated. The
aim of our study is to shed light on the studies to be carried out in Turkish education history and
especially to introduce teacher candidates to educational activities in the Timurid State. The fact that the
ıssue has not been raised up to this reveals the importance of our work.
Key Words: Timur, Timurlu State, Education, Science, History Of Turkish Education.