KADIN ve ÇOCUKLAR KONUSUNDA DİN ANLAYIŞIMIZDAN KAYNAKLANAN PROBLEMLER VAR MIDIR?

Özet:
Türkler Müslüman olduktan sonra, en önemli problem benimsedikleri dinin temel
kaynaklarını (Kur’an ve Hadis) okuyup anlayamamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
durum Kur’anı ve Hadisleri okuyup, yorumlayan, eserler yazan âlimlerle halkı yüz yüze
getirmiş, bir nevi orijinal kaynak ile aralarına çoğunlukla erkeklerden oluşan kişileri ve
bunların yorumlarını koymuştur. Dine ve dini değerlere saygılı ve saf bir şekilde bağlanan
Türk milleti bir süre sonra orijinal kaynakla kendi arasına giren bu şahısları, eserlerini,
yorumlarını kutsallaştırarak asıl kaynak yerine koymuştur. Kadınlara, çocuklara karşı dışlayıcı
ve ayırımcı davranışlar da bu süreçte ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da başlayan ve Türk-İslam
Rönesans’ı diyebileceğimiz düşünce akımı bu problemleri çözebilecek öğretilere sahiptir
(Buhari, Maturidi, Farabi, İbn-i Sina vb.). Bu düşünce ekolü Türk insanını temel kaynaklarla
buluşturma imkânını sunmuştur. Türk Rönesansı diyebileceğimiz akım bu buluşmanın
neticesinde gerçekleşmiştir. Biz çalışmamızda bunu örneklerle ortaya koymayı amaçladık.
Çalışmamızda nitel araştırma yöntemlerinden olan tarama modeli ve doküman
incelemesi kullanılmıştır. Bilindiği gibi tarama modeli, mevcut kaynaklardan yararlanarak
geçmişte ve günümüzdeki durumu olduğu gibi tespit etmek ve ortaya koymak için kullanılan
bir yöntemdir. Batıya ve güneye doğru yayılan Türk hâkimiyeti maalesef İran ve Arap
kültürünün etkisi, mezhep taassubu ve bahsedilen Türk-İslam âlimlerinin kasıtlı olarak geri
planda bırakılması ile yine temel dini kaynaklarla doğrudan irtibat kurma şansını
kaybetmiştir. Son dönemlerde farklı İslam ülkelerinde yazılan ve büyük bir iştahla Türkçeye
tercüme edilen dini kılıflı eserler din anlayışını siyasileştirmiş, çözüm yerine problemlerin
çoğalmasına katkı sunmuştur. Hala tartıştığımız ve dini bir kisveye büründürerek
kutsallaştırdığımız önemli problemlerin (Kadın vb.) çözümü Türk Milleti’nin fertlerini dinin
orijinal kaynakları ve Müslüman-Türk bilginlerinin eserleri, yorumları ile buluşturmaktan
geçmektedir.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, bir devlet politikası olarak İslam
Dini’nin Türk yorumunu, bunu ortaya koyan düşünürlerimizi, eserlerini okul müfredatlarına
koymalı ve geleceğin teminatı olan gençlerimize öğretmeliyiz. Kadın ve çocuklar konusunda
yaşadığımız birçok problem bu şekilde çözüme kavuşabilir. Kur’an, Sünnet ve Türk örfünde
kadın ve çocuğun yeri ile bugünkü toplumsal statüleri arasında ne kadar uçurum olduğunu
böylelikle anlayabilir, dini asıl kaynağından öğrenebiliriz.
Anahtar Kelimeler. Türk Müslümanlığı, Din Anlayışı, Kadın, Çocuk.
Giriş:

1
Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğt. Bl. Öğr. Üyesi monder@cumhuriyet.edu.tr
İslam’ın Türkler arasında yayılmasında Arap kolonizasyonları kadar Soğd’lu tüccarların
ve İran tasavvuf mekteplerine mensup sûfilerin etkili olduğu söylenebilir. Horasan
Melametîliği denilen ekole mensup Fars ve Türk sûfiler mistik yorumla birlikte Türkler
arasında İslam’ı yaymışlardır (Ocak, 2010: 179,180). Önce İdil Bulgar Hanlığı İslam’ı kabul
etmiş, hükümdar İlteber dönemin halifesi Muktedir Billah’tan tebliğ için âlimler, cami inşası
için ustalar istemiş ve 922 yılında topluca ihtida etmekle kalmamış, başka boyların da
Müslüman olmalarında rol oynamıştır. Sonra Karahanlılar ve arkasından Gazneliler
Müslüman-Türk devletleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır (Gömeç, 2014: 326; Önder,
2014: 31).
Türklerin Müslüman olma sürecinde ve sonraki dönemlerde çeşitli kültürel, coğrafi ve
sosyal durumlar yeni seçilen dinin yorumunu ve uygulamalarını etkilemiş, genelde tasavvufi
boyut öne çıkarılmıştır. Yesevîlik, Vefaîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi akımlar özellikle
Anadolu’ya göçen Türk oymakları üzerinde etkili olmuştur. Burada Safeviyye tarikatından
bahsetmenin konunun anlaşılması açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Adını kurucusu
olan Safiyyüddin Erdebilî’den alan tarikat başlangıçta tamamen Sünni bir karakter arz
etmesine rağmen, sonraki dönemde postnişin olan ve Erdebilî’nin torunu Hoca Ali’den
itibaren Şii temayüller içine girmiştir. Bu değişiklikte Ehl-i Beyt sevgisinin ve bu sevgiyi iyi
işleyen Şii âlimlerin etkisi olduğu söylenebilir (Üzüm, 2007: 36-38). Türkler dilden dile
anlatılan Kerbelâ olayının içerisinde kendilerini bulmuşlar, Müslüman olmalarında;
mazlumun yanında yer alma geleneği ve Kerbelâ’daki haksızlık önemli bir rol oynamıştır
(Yılmaz, 2010: 254; Önder, 2017).
Orta Asya’da İslam’ın benimsenmesinde Mürcie ve onun devamı sayılabilecek
Maturidîlik akımının büyük katkısını görmekteyiz. Özellikle amelin imandan bir cüz
sayılmaması geniş kitlelerin itikatta Maturidîliği seçmesine ve Buhara, Semerkand, Nesef,
Tirmiz gibi şehirlerde büyük âlimlerin yetişmesine neden oldu. Maturidîlik akımı Gazneli,
Karahanlı ve Selçuklu devlet idarelerince de desteklendi. Bilhassa Selçuklular döneminde pek
çok âlim Anadolu’ya gelerek irşad faaliyetinde bulundu ve adeta Hanefî-Maturidî inancı
Türklerin resmi inancı haline geldi. Bu akım Alevilik ve Bektaşiliği etkilemiş, iman, amel gibi
konularda ciddi bir benzerlik ortaya çıkmıştır (Kutlu, 2006: 35-37). Kutlu’nun ifadesi ile,
Türklerde dindarlığın pratik boyutu Hanefîlik, inanç boyutu Maturûdîlik, tasavvufi boyutu
Yesevîlik olarak şekillenmiştir (Kutlu, 2011: 95, 131, 165; Önder, 2017).
Orta Asya’da Türkler peyderpey İslamı seçerken Haşimi soyundan gelen ve Ehl-i Beyt
mensubu olarak bilinen Zeyd b. Ali ve arkadaşları Zeydiyye diye isimlendirilen anlayışlarını
yaymaya çalışıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde Zeyd b. Ali’nin soyundan gelenlere “Alevi”
dendi. Bölgenin İslamlaşmasında önemli bir rol oynayan Zeydiler Taberistan’da yaklaşık bir
asır yaşayan bir devlet kurdular (Kutlu, 2011: 65, 66). Müslüman olmadan önceki Türk
topluluklarının sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarındaki farklılık İslam’ı anlayış ve
yaşayışlarına da yansımıştır. Yerleşik hayat yaşayan, okuma yazma bilen, belli bir kültür
seviyesine sahip olan şehirli Türkler yeni dini temel kaynaklarından öğrenme, ibadetleri
(Namaz, oruç, abdest gibi) düzenli şekilde yerine getirebilme imkânına sahiplerdi ve Ehl-i
Sünnet’in “kitabi” öğretilerini benimsemişlerdi. Bu imkânlarla tanışmamış ve düzenli bir
günlük hayatı olmayan “ümmi” diyebileceğimiz göçebe Türkler ise eski inançlarının da
tesiriyle Sûfilikle ve bir dinden çok karmaşık bir inanç ve uygulamalar sistemi olan (Kutlu,
2011: 30) Şamanlıkla karışık sade bir İslam anlayışını benimsemişlerdi (Fığlalı, 1986: 238;
Üzüm, 2007: 19; Sarıkaya, 2012: 16). Diğer bir ifade ile Türkler İslam kültür çevresine giriş
sürecinde Sünni anlayışı benimsemişken, esas itibarıyla Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt
sevgisini ön planda tutan sûfilik akımının etkisi altında kalmışlardır (Fığlalı, 1986: 237).
Ahmed Yesevî öğretilerinin Türkler arasında geniş kabul görmesinin sebeplerinden birisi bu
olsa gerektir. Ahmed Yesevî bir Hanefi fakih olarak ve bir Sûfi Mürşid olarak büyük
kitlelerce kabul görmüştür. Kitabi İslam ile halk islamını şahsında buluşturmuş birisidir
(Önder, 2017).
Bu İslam anlayışı göçlerle birlikte Anadolu’ya giderken yol üzerindeki birçok kültür ve
inançla da etkileşerek ama temelindeki mistik yapıyı da koruyarak geldi (Yılmaz, 2010: 14,
15). İşte Aleviliğin ve Bektaşiliğin temelini oluşturan bu yapılanma yani heterodoks
Müslümanlık o dönemlerde henüz Hz. Ali, Kerbelâ ve on iki İmam kültleri ile
tanışmamışlardı. Bunun yanında Ahmed Yesevî ve öğrencileri kadınlı-erkekli ayinler
yapıyorlardı. Ayin-i Cem denilen bu ibadetler Şamanlarca yapılan birbirinden farklı törenlerin
İslamileşmiş şekliydi. Aslında Türkler arasında yaygın olan inanç Gök Tanrı inancıydı
(Gumilov, 1999: 118; Günay-Güngör, 2007: 143; Tanyu, 1980). Şamanlık bir alt kültür olarak
dışarıdan intikal etmiş unsurdu ve Türklerin asli dini formu değildi (Kutlu, 2011: 30,31).
Yusuf Ziya Yörükân’a göre, şamanlar tarafından yapılan bütün ayin ve merasimler Türkçe’dir
ve bu gelenek Alevilikte aynen muhafaza edilerek günümüze kadar gelmiştir. Halen
törenlerde önemli bir yeri olan gülbank ve nefesler Türkçe olarak okunur ve herkes rahatlıkla
anlayabilir. Hatta bu kültür Arnavutlara geçerken bile Türkçe dua ve erkân ile birlikte
geçmiştir (Yörükan, 1998: 13). Bölge fethedilmeden önce ve fethedildikten sonra, bektaşî
ekolüne mensup tekkeler ve bu tekkelerin şeyhleri (Sarı Saltık, Seyyid Ali Sultan vb.),
Arnavutların gönüllü yeniçeri olmaları, yeniçerilerin Bektaşi olmaları bunda önemli bir rol
oynamıştır (İzeti, 2010: 402; Önder, 2017).
Türklerin Müslüman olması ile birlikte önemli iki problem karşımıza çıkmaktadır. Yeni
dinin (İslam) asıl kaynağı olan Kur’an ve Sahih Sünnet’in anlaşılması meselesi. Bunun için
iki temel kaynağın dilinin Arapça olması, bu dilin öğrenilmesinin uzun zaman alması ciddi
problem olmuştur. Her ferdin Arapça öğrenmesi ve bunu temel kaynakları anlayacak seviyeye
getirmesi elbette mümkün değildir. Bu durumda geriye bir tek çözüm yolu kalmaktadır. Dinin
temel kaynaklarını anlayan, yorumlayan, şerh eden âlimlerin eserlerinin tercümelerini
okumak, dini onların anladığı şekilde anlamak ve yaşamak. İslam’ın merkezi pozisyonunda
olan Mekke-Medine ve çevresinde yaşayan ve daha ziyade nakil ve sözlü kültür yoluyla
Kur’an ve Sünnet yorumları yeni Müslüman olan bölgelere de ulaşmış, yöre halkı İslam
olarak bu âlimleri ve eserlerini tanımışlardır. Diğer problem ise Arapların sadece eserleri
değil, kültürleri ve yaşayışları da din olarak kabul edilmiştir.
Acaba bu kişiler dini kaynakları doğru anlamışlar mıdır? Yaptıkları yorumlar ve
şerhler bölgesel, toplumsal, psikolojik şartlar çerçevesinde her topluma ve bölgeye uygun
mudur? Hemen tamamı erkek olan fıkıh âlimlerinin verdiği fetvalar kadınları ve çocukları
dışlayıcı ve erkek egemen anlayışı mı yansıtmaktadır? Bugün kadınlara ve çocuklara karşı
tutumumuza dini bir kılıf olarak mı kullanıyoruz? Bu davranışlar Kur’an’a ve
Peygamberimizin uygulamalarına ne kadar uygundur? Bu sorulara olumlu yanıt vermemiz
mümkün görünmüyor. Bir defa erkeklerin işine geliyor. Biz hala üç talakla boşamayı sadece
erkeklerin hakkı olarak anlatıyor ve öğretiyoruz. Mut’a nikâhını keyfimize göre
meşrulaştırmaya çalışıyoruz. Miras ve şahitlik konularında kadınlar daima ikinci planda ve iki
kadın bir erkek ediyor. Cariyelik konusunda doğru bilgimiz yok. Cariyeleri “mal” olarak lanse
eden anlı-şanlı çağdaş âlimlerimiz! var. Önemli bir dini kaynak olan Diyanet İslam
Ansiklopedisinde “Cariye” maddesi niçin yoktur? İthal fıkıh kitaplarında kız çocuklarının 9
yaşında evlendirilebileceği anlatılmaktadır. Böyle bir alt yapının oluşturulduğu toplumda
elbette kadına ve kız çocuklarına karşı şiddet, taciz, tecavüz olayları çoğalacaktır.
Kur’an’ın indiği toplumda insanlar kadın-erkek, hür-köle, zengin fakir diye
sınıflardınlıyor1ardı ve sahip oldukları haklar bu sınıflara göre değişiyordu. Kur’an’ın
gerçekleştirmek istediği amaç ise, insanlar arasındaki eşitsizlikleri kaldırmaktı. Kur’an’ın
bildirdiğine göre, yaratıcının katında bu sınıflamalardan hiç birinin geçerliliği yoktur.
Yaratıcının katındaki üstünlük, sadece inanmışlığa ve iyilikler yapmış olmaya bağlıdır
Kur’an’da insan soyunun büyük bir aile, bu büyük ailenin fertlerinin, aynı nefisten yaratılan
insan çifti olduğu bildirilmiştir (Bilgin, 1997:30,31) .
Vahiy değişmez ve kesindir, ama yorumu çok farklı ve çeşitli olabilir. Bizim ihtilafa
düştüğümüz konu yorumların farklı olmasıdır. Kültürel, sosyal, tarihi ve hatta coğrafi şartlar
vahiy yorumlarını etkilemiş ve farklı dini anlayışlar ortaya çıkartmıştır (Bardakoğlu, 2017, s.
20; Bozkuş, 2011, s. 149-156). Bir nevi düşünce zenginliği diyebileceğimiz bu durumu
kabullenmek mecburiyetindeyiz. Böyle hassas bir konuyu incelerken sadece teolojik açıdan
olaylara bakmak yeterli midir, başka açılardan da bakmalı mıyız sorusunu kendimize
sormalıyız. İşin tarihi, sosyolojik, psikolojik, antropolojik boyutlarını dikkate almadan
varacağımız sonuçlar sağlıklı olmaz. Din objektif değerler bütünü iken, şahıslar ve topluluklar
tarafından öğrenilip, uygulanması safhasında sübjektif hale gelir (Sarıkaya, 2012: 21).
Tarihi yeniden yazmak mümkün olmadığı gibi, tartışılan konuları bilmeden problemi
çözmekte mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet’te yer alan dini bilginin anlaşılmasında hayatın
akışı, bölgesel şartlar, bakış açılarına göre farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Biz
buna tarihsel tecrübe ya da Müslümanlık diyoruz. Müslümanlık Kur’an ve sahih sünnetin
getirdiklerinin farklı zaman diliminde ve bölgelerde mensupları tarafından hayata aktarılma
ve yaşanma biçimini ifade eder. İslam ile Müslümanlığı aynileştirmek ne derece yanlışsa,
tarihi tecrübeyi de İslam dışı görmek o kadar yanlıştır. Tarihi olayların bazılarını ön plana
çıkararak onları İslam gibi sunmak ta doğru değildir. Yapılacak ilk işin esas ile yorumu
birbirinden ayırmak ve bu ayrımı dikkate alarak tarihi gerçekleri iyi bilmek, onlarla
yüzleşmek olduğunu kabul etmeliyiz.
Günümüzde çokça gündeme gelen dini çoğulculuğun dış boyutu küresel barışın
korunmasına, iç boyutu ise ülke ve bölgesel barışa büyük katkı sağlar. Etnik ve mezhep
farklılıklarımızı gölgede bırakacak ortak paydalarımızı güçlendirmek, bunların kültürümüzü
zenginleştirici olumlu unsurlar olduğu bilincini öne çıkarmak gerekir. Dinin
yorumlanmasından doğan farklılıkları tehlikeli ve riskli olarak değil, potansiyel bir güç olarak
görmeliyiz. Aksi halde monolitik bir düzenin hâkim olduğu bir toplum ve farklılıklardan
beslenmeyen bir kültür oluşur. Böyle bir kültür ise durağanlık, tembellik, korku, baskı ve
statükoculuk doğurmaya mahkûmdur. Alevilik ve Bektaşilik bu anlamda siyasi ve teolojik
anlamda bir ayrışma unsuru değil, bir zenginlik ve ana unsur olarak görülmelidir. Zira onlar
da bu toprakların asli unsurları, Orta Asya’dan getirilen Türk Örfünü en fazla içinde
barındıran kültürel yapıdır.
Kur’ an kendisi niçin Arapça bir kitap olduğunu açıklamıştır. Kur’ an Arapça’ dır, çünkü
Arapça onu tebliğ edecek olan Peygamber’in dilidir (İbrahim Süresi, 4. ayet). Kur’ an Arapça’
dır, çünkü Arapça, Peygamber’in hitap edeceği halkın dilidir (Fussilet Suresi 44. ayet). Demek
ki Kur’an’ın anlaşılması esastır. Demek ki müminler Allah’ın kendilerine neler söylemiş
olduğunu anlamak, ondaki bilgilerden ve öğütlerden yararlanmak için, onu yabancı dilde
değil, konuştukları dilde, anlayarak okuyacaklardır. Böyle bir okuyuş temin edilmedikçe, Kur’
an belli bir zümrenin, bir azınlığın aracılığı ile kısmen anlaşılmakla yetinildikçe, ondaki İlahi
amaca yönelik etkinliğin meydana getirebileceği gelişmelerden büyük ölçüde mahrum
kalınacaktır (Bilgin, 1994:52).
İslam dini diğer dinlerde olduğu gibi, medeniyetini doğduğu topraklarda değil sonradan
ulaştığı topraklarda kurmuştur. Endülüs, Bağdat, Şam, Semerkant ve İstanbul bu medeniyetin
en önemli merkezleri olmuştur. İslam düşüncesi adına üretilen temel eserlerin önemli bir
kısmı genelde Maverâünnehir, özelde ise Semerkant kaynaklıdır. Bu bölge İslam
düşüncesinin en şöhretli kelamcılarını, usûlcülerini, fakîhlerini, muhaddislerini, müfessirlerini
ve filozoflarını yetiştirmiştir (Düzgün, 2014:11). Sürekli tartışmaların hüküm sürdüğü
Bağdat’ın aksine, sağlanan güven ve hoşgörü ortamı nedeniyle birçok düşünür de
Semerkant’a gelmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra oluşturmak istediği kültür başkenti
projesine önemli bilim adamı transferleri (Ali Kuşçu gibi) yine bu bölgeden yapılmıştır
(Düzgün, 2014:13, Sarıçam-Erşahin, 2014:19).
On ikinci yüzyıl Rönesans’ı diye adlandırılan İslam Dünyasındaki her türlü bilimsel
faaliyet, tercümeler yoluyla modern Batı medeniyetinin temellerinden biri olmuştur (Ülken,
2017:320,321; Sarıçam-Erşahin, 2014:42). İbn-i Sina bu uygarlığın hem kurucularından
biridir, hem de Batı’ya aktarılmasında başrol konumundadır. Gerçekleştirilen bu atılımın
büyük ölçüde Doğu İslam Dünyası ve Orta Asya’da gerçekleşmesi Türk milletinin İslam
Medeniyetine yaptığı hizmetlerin bir göstergesidir. Avrupa bu anlamda İbn-i Sina’dan
faydalanmış, esinlenmiş, geliştirmiş ve buna istinaden yeni atılımlar yapabilmiştir (Sayılı,
1984:20-23). Böylesine etkili ve önemli bir medeniyetin mimarı olan Doğu kültürü, bir süre
sonra kendi içindeki kısır siyasî ve dinî çekişmeler yüzünden maalesef en önemli düşünürleri
ve ortaya koydukları eserleri bu tartışmalara kurban vermiştir (Önder, 2019).
İslam ve Türk tarihinde siyasî, itikadî, tasavvufî mülahazalarla mezhepçilik veya
mezhep taassubu devlet adamlarını, ulemâyı ve halkı ciddi anlamda etkilemiştir. İtikadî,
amelî, tasavvufî ve felsefî olarak sınıflandırabileceğimiz mezheplerin hicri üçüncü asırdan
sonra belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ameli imandan bir cüz kabul eden Haricilerle başlayan
ve amel ile imanı birbirinden ayıran Mürcie arasındaki mücadele bazen inatlaşmaya ve hatta
diğerlerini tekfire kadar varmıştır. Haricilerle başlayan daha sonra Şia ve Batınî’lerle zirveye
çıkan mezhep terörü Türkleri ve Müslümanları sürekli bir savunmaya ve tedbire mecbur
bırakmış, medreselerdeki öğretimin temel felsefesi bu akımlara karşı bir temele oturmuştur.
Aynı problemler fikirsel boyutta Mutezile ile de yaşanmış, mücadele anlayışı devlet politikası
haline dönüşmüştür. Büyük devlet adamlarının Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından
öldürülmesi (Melikşah, Nizamü-l Mülk vb) bu tutumun daha da keskinleşmesine vesile
olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde sapık akımlar olarak kabul
edilen Şii-Batınî anlayışa karşı bir program uygulanmıştır (Akyüz, 2013:22). Yüzyıllarca
devam eden bu mezhepsel bakış adeta gelenekselleşmiş, bir süre sonra ehl-i sünnet içinde de
çok ciddi tartışmalara, ayrışmalara, hatta tekfir etmeye kadar varmıştır (Uludağ, 1979:25,26).
Devlet yönetiminin ve medrese ulemasının mezhep tercihi bu tartışmalarda önemli bir
rol oynamıştır. Karahanlılarda, Gaznelilerde, Selçuklu ve Osmanlı’da bunu açıkça
görebilmekteyiz. Özellikle medrese eğitiminde mezhep temelli bir yaklaşım benimsendi.
Karahanlılarda Hanefi’lik (Maturîdîlik) , Selçuklu Nizamiye Medreselerinde Şafiî’lik
(Eş’ari’lik), Osmanlılarda yeniden Hanefî’lik (Maturîdilik) anlayışının öne çıkması bu
durumun açık örneğidir. Nizamiye medreselerinde Şafiî ve Eş’arî olan Gazzali’nin
başmüderrislik yapması ve eserlerinde Türk-İslam Filozofları Farabî, İbn-i Sina ve diğerlerini
tekfirle suçlamasının arkasında yatan gerçek, bu ortamdan ve taassuptan kaynaklanmış bir
durumdur. Hatta siyasi mülahazalar da bu tavırda etkili olmuştur. Nizamiye medreselerinde
yetişen Eş’arî âlimlerin büyük çoğunluğunun Fars asıllı olmasını unutmamak gerekir (Kutlu,
2017:157). Gazzali’nin eleştirilerine bu açıdan bakmak, Farabî ve İbn-i Sina’yı tenkitlerinde
ve ithamlarında dönemin siyasi ve fikri tartışmalarının etkisini dikkate almak gerekir. Aslında
kendisi de bir filozof olan Gazzali tabiri caizse dolduruşa gelerek, belki de yöneticilere
yaranmak isteğiyle bunları yapmıştır diyebiliriz. Merhum Gökay’ın dediği gibi, doğunun en
büyük hastalıklarından biri kıskançlıktır. İbn-i Sina da bu onulmaz hastalığın mağdurlarından
biridir (Gökay, 1984:14).
Çağrıcı’nın tespiti son derece isabetlidir: “Malumunuz, ta Nizamiye medreselerini
kurdukları bin küsur yıl öncesinden itibaren Selçuklusuyla, Osmanlısıyla dedelerimiz
insanlarımıza daha çocuklukta “İtikadda mezhebim Matürîdîlik, amelde mezhebim Hanefîlik”
şablonunu ezberletmişlerse de, gerçekte özellikle itikadda (siyasi sebeplerle) bal gibi
Eş‘arîliği okutmuşlar, o fikriyatı benimseyip uygulamışlardır. O çağlarda Batı’da da başka bir
skolastik eğitim hâkim olduğu için medreselerimizde okutulan Eş‘arîlik tarzı dogmatik
düşünce bir şekilde idare ediyordu. Fakat Osmanlının başlıca rakibi olan Batı dünyasında
XVI. yüzyıldan itibaren eleştirici-sorgulayıcı düşüncenin filizlenmesi ve zamanla bunun
bilimsel alanlara, özellikle de eğitim kurumlarına yayılmasıyla başka bir eğitim zihniyetine
geçilirken, bizim medrese eğitimimiz, bırakın eleştirici-sorgulayıcı insan modeline geçmeyi,
tek tipleştirici dogmatik karakterini daha da tahkim etti. Ve sonunda deniz bitti“ (Çağrıcı,
07.11. 2018).
Selefilik: Türkleri Dışlayan Bir Tutum ve İslam Dünyasının Kanayan Yarası
Sözlükte “önce gelmek”, “geçmek” ve “geçmişte kalmak” anlamlarına gelen selef
kelimesinden türetilmiş selefiyye kelimesi, “soy, fazilet ve ilim bağlamında önce gelip
geçenler” anlamına gelmektedir (TDVİA, 36:399; TDV İlmihal,1:24). İlk dönemlerde bu
terim ashab ve onların takipçileri demek olan tabiin için kullanılmıştır. Ashab ve tabiinin
yolunda olan fakihler ve muhaddisler için de kullanılan “Selefiyye” kavramı, ashab ve tabiin
döneminde gündeme gelip tartışılmayan, konuşulmayan konuların tartışılmasını ve bunları
tartışırken uygulanan yöntemleri bid’at saymıştır. Selefiler nass’ ların tespit ettiği saha ve
sınırı ölçü kabul ettiklerinden Kur’an ve Sünnette yer almayan bir konunun din ve itikad
alanına taşınmasına genellikle sıcak bakmamışlardır. Hz. Peygamberden nakledilen akideye
dair bütün rivayetlere iman etmeyi gerekli görürler. Nass’ların beyanları dışında akıl
yürütmeye karşıdırlar.
Geleneksel selefiliğin dışında bir de modern selefilik vardır. İslam dünyasındaki
sosyal, ekonomik, ahlaki ve siyasi çalkalanmalar, bilginler arasında kurtuluş reçetesi aramak
ve İslamın ilk dönemlerine dönmek gibi fikirleri gündeme getirmiştir. Bu düşünürler
fikirlerinden dolayı İbn-i Teymiyye ile de ilişkilendirilmişlerdir. Batı’nın her alanda üstünlüğü
ele geçirmesi, selefileri daha da katı hale getirmiş, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren
politik yönü ağır basan oluşumlar ortaya çıkmıştır. Dinin özünden ve ahlaki yönünden ziyade
lafzına ve şekline vurgu yapan bu guruplar, tarihi tecrübe ve birikimleri, kültürel zenginlikleri
yok saymışlardır (TDVİA, 36:401,402).
Türk tarihinde 11. Yüzyıl çok önemlidir. Ancak bundan önceki asırlarda Türklerin
Dini ilimlerde ve bununla ilgili eserlerde önemli bir atılımını, genelde Arap-Fars tekelinde
bulunan bu alanı ele geçirdiklerini görüyoruz. Büyük hadis âlimleri Abdullah b. Mübarek
(736-800), İmam-ı Buhari (810-869), Tirmizi (821-892), itikadda mezhep imamımız olan
İmam-ı Maturidi (862-944), büyük filozoflarımız Farabi (870-950, İbn-i Sina (980-1037, fıkıh
bilginleri Serahsi (1009-1090), Pezdevi (1009-1089), dil bilgini Zemahşeri (1075-1144) gibi
Türk bilginleri adeta olaya el koymuşlar, günümüzde dahi okunan temel dini kaynakları
kaleme almışlardır. Tam da bu dönemlerde selefilik diye bir akımın başlaması manidardır.
Geriye dönmek, aklı dışlamak ve her türlü yeniliğe karşı olmak temeline dayanan bu akım,
aslında Türklerin Kur’an’ı, Peygamberi, İslam’ı aklın ışığında yeni şartlara ve metotlara göre
doğru anlamasının önüne çekilmiş bir settir. Bizzat Kur’an aklı kullanmayı, toplumsal şartlara
göre değişimin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Sadece Nasih-Mensuh (Bir ayetin başka
bir ayetle hükmünün kaldırılması) olayı dahi bunun delilidir. Bu nedenle Türk-İslam
bilginlerinin mutlaka tanınması, tanıtılması, müfredata konulması önem arz etmektedir.
İmam-ı Maturidi’nin, İbn-i Sina’nın ve diğerlerinin temel görüşleri sadece bizim değil, bütün
İslam dünyasının derdine çare olabilecek niteliktedir.
Kavram Kargaşası
Önemli konulardan birisi kavramlarda anlaşmaktır. Zira kavramlar ve onlara yüklenen
anlamların farklı olduğu bir manzara söz konusudur. Söz konusu din ve dini yorumlar olunca
mesele daha da zorlaşmaktadır. Aynı kavram ve kelimeleri kullanmamıza rağmen bu kavram
ve kelimelere yüklediğimiz anlamlar farklı olabilmekte, anlaşmazlıkları ortaya
çıkarabilmektedir. Zihinsel anlam kodlarımız ve şema’larımız farklıdır (Selçuk, 2000: 11, 12).
Üzerinde tam olarak anlaşılmış bir alevi kavramı dahi henüz yoktur. Tarihi, tasavvufi, siyasi
ve mezhepsel açıdan bakanlara göre bu kavrama yüklenen anlam da değişebilmektedir
(Yılmaz, 2011: 10,11). Sünnilerdeki Hz. Ali, Hacı Bektâş Veli, Makalât, Ehl-i Beyt anlayışı
ile Alevilikteki anlayış tamamen farklıdır. Hz. Ali Alevilikte “mitolojik bir kült” tür ve
insanüstü özelliklere sahiptir. 12 İmam inancı tasavvufi niteliktedir. Şiilere göre ise Ali ve 12
imam inancı fıkhi bir konudur. Sünnilere göre Hz. Ali, bir insan ve örnek bir Müslüman’dır.
Onu sevenler onun yaşadığı gibi yaşamalıdırlar (Akyol, 2012: 16).
Aynı durum ibadet kavramı için de geçerlidir. Sünni anlayışta ibadet kavramından
daha ziyade namaz, oruç, zekât, hac gibi konular anlaşılırken; Alevilikte daha geniş ve insana
hizmet temelli folklorik bir anlam ifade etmektedir. İnanç konusunda ciddi bir farklılık
olmamasına rağmen, ibadetler konusunda farklılıklar mevcuttur. Halka Namazı, Niyaz,
Muharrem ve Hızır Orucu Alevilikte önemli ibadetlerdendir (Keskin, 2009: 120; Üçer vd.,
2005: 305). Öte yandan Alevi ve Bektaşi kavramları arasında da farklılıklar vardır. Merhum
Mehmet Eröz hocanın ifadesi ile ülkemizde her Bektaşi Alevi olduğu halde, her Alevi Bektaşi
değildir. Bektaşilik bir tarikattır ve bu tarikatın öğretilerini benimseyen kişiler bazı
törenlerden sonra Bektaşi olabilir. Ancak Alevilik soya bağlıdır ve istemekle Alevi olunmaz.
Anne-Babanın da Alevi olması gerekir (Eröz, 1977: 52-56; Keskin, 2009: 22-24; Çiftçi, 2011:
162; Yılmaz, 2010: 32, 34).
Bizler hala din öğretiminde öğrencilerimizin ve yetişkinlerin enerjilerini Farz, Vacip,
Mekruh, Ahiret, Melek vb. kavramların öğrenilmesine veya ezberlenmesine harcıyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığının en son ve güncellenmiş iki ciltlik ilmihaline bakmak yeterli. İşte
o ilmihalden bazı kavramlar: Mükellefiyet ve Hüküm, Vaz’i Hüküm, Teklifi Hüküm,
Mendup, Müstehab, Mekruh, Tahrimen Mekruh, Tenzihen Mekruh vb. (TDV İlmihal-,I). Her
ders yılı başlangıcında da bunları tekrarla işe başlıyoruz. Besmelenin dahi her mealde, dini
kitapta ve din dersi kitaplarında ortak bir anlamının olmadığını görebiliriz. Hala “Vacip”
kavramının anlamını anlaşılır bir şekilde yapamadığımızı söyleyebiliriz. Kur’an öğretme
sadece harfleri, kelimeleri, tecvid kaidelerine uygun ve seri şekilde okumak olarak
anlaşılmaktadır. Peltek harfleri çıkartmak için öğrencilerin günlerce uğraştığını biliyoruz.
Ama içinde bu harflerden birisi bulunan herhangi bir kelimenin anlamını öğretmeyiz.
Sonuç ve Öneriler
Türklerin Müslüman olması tarihin en önemli olaylarından biridir. Hem Türkler hem
de İslamiyet bu birliktelikten büyük faydalar görmüşlerdir. Hatta Türk Milleti yüzyıllar
boyunca İslam’ı hem daha iyi anlamış, hem de bayraktarlığını, savunuculuğunu yapmıştır. İlk
dönemlerde orijinal kaynaklar yerine, ikinci elden kaynaklarla dini öğrenen Türkler daha
sonra Doğu Rönesansı denilen bir aydınlanma hareketi ile dini öz kaynağından ve kendi
yetiştirdiği âlimlerden öğrenme imkânı bulmuş, başka medeniyet ve kültürleri de
etkilemişlerdir. Türk eğitim sisteminin İbn-i Sina, Farabi, Maturidi, Buhari, Tirmizi, Ahmet
Yesevi gibi düşünürleri yetiştirmesi de başlı başına bir İnkılaptır. Bu düşünürlerin eserleri ve
yorumları Türk Milletine öz benliğini kazandırmış, İslam medeniyetine, kültürüne,
mimarisine, eğitimine, teknolojisine büyük katkılar yapmıştır. Aradan geçen süre içerisinde
Türklerin geniş topraklara yayılması, başka kültürlerle ve özellikle Arap-Fars kültürüyle
karşılaşması her alanda bu kültürlerin etkisinde kalma sonucunu doğurmuştur. Arap ve Fars
kültürü ve bu kültürün temsilcileri olanlar kasıtlı olarak İslam’ın Türk yorumunu, bu yorumun
temelini atan düşünürleri ikinci plana atmışlar, unutturmaya çalışmışlardır.
Yaygın dini anlayış, sorgulamayı, aklı kullanmayı, geleneği, bölgesel şartları dikkate
almadan toptancı bir yaklaşımla; dünyanın her yerinde her topluluğa, her şartta aynı
hükümleri dayatmışlar, aklı kullananları, sorgulayanları tekfir etmişlerdir. Maturidilikte en
önemli kaide amelin imandan bir cüz (kısım) olmaması ve aklın değeridir. Sadece bu iki kaide
dahi bugün İslam Dünyası’nın yaşadığı çoğu problemin çözümü için yeterlidir. Son
dönemlerde sıkça yaşadığımız kadın ve çocuklara karşı şiddet, taciz olayları da azalacaktır.
İnsanların uyanmasını, düşünmesini ve sorgulamasını istemeyen selefi anlayış elbette
bunlardan rahatsız olacaktır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda böyle bir anlayışın hayata
geçirilmesi çabalarını, bu doğrultuda temel kaynakların yazıldığını görüyoruz. Maalesef bu
anlayış uzun süre devam edememiştir. Yetişkinler olarak “Rol Model” lik yapamadığımız
sürece, kadın ve çocuklara karşı işlenen suçlar azalmayacaktır. Teori ve söylem önemlidir,
ancak uygulama olmadan fazla değeri yoktur. Şu çalışmaların yapılması dini problemlerin
çözümüne katkı sağlayacağı ümidindeyiz:
Kur’an-ı Kerim’in itikat, ibadet ve ahlaki konuları içeren bölümleri (zor ve ayrıntılı konulara
girmeden) güzel bir Türkçe ile özetlenmeli ve herkesin ulaşabileceği bir başucu kitabı olarak
dağıtılmalıdır. Aynı şekilde sahih sünnete ait çalışmalar yapılmalıdır.
İslam’ın Türk yorumu diyebileceğimiz bilginler ve eserleri ayrıntılı olarak öğrencilere
tanıtılmalı, anlatılmalıdır.
Dinin öğretileri tüm insanlara “hayati yardım” şeklinde sunulabilmeli, ilgili kurumlar bu
konuda aktif rol almalıdır.
Klasik ilmihal anlayışı terkedilmeli, müjdeleyici, sevdirici ve özendirici metotlarla yenileri
yazılmalıdır.
Avrupa’da Rönesans, herkesin kutsal kitabı kendi diliyle okuyup anlaması sonrasında
gerçekleşmiştir. Aynı şeyi biz de gerçekleştirebiliriz. O zaman dini yanlış yorumlayanlar,
menfaatlerine alet edenler ve sapkınlar kendiliğinden kaybolacaklardır. Güneşin doğduğu
yerlerde ne ayın ne de yıldızların hükmü olmaz. Atatürk ne güzel söylemiş: “Bir milletin
medeniyetini ölçmek istiyor musunuz; kadınlarına nasıl muamele edildiğine bakınız”.
BİBLİYOGRAFYA:
BARDAKOĞLU, Ali, İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme. Kuramer Yayınları,
İstanbul 2017.
BİLGİN, Beyza, İslamda Kadının Rolü Türkiye’de Kadın, Sinemis Yayınları, Ankara 2014.
BİLGİN, Beyza, “Ahlak Terbiyesinde Dini Hikâyeler”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi,
S.1, İstanbul 1994.
BİLGİN, Beyza, “İslam’da ve Türkiye’de Kadınlar”, AÜİF Dergisi, C.XXXVI, Ankara 1997.
BOZKUŞ, Metin. Anadolu’da İslam ve Mezhepler, Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
HATİPOĞLU, Mehmet, “İslam’ın Kadına Bakışı”, İslami Araştırmalar Dergisi, C.5, Ankara
1991.
ERÖZ, Mehmet, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik. Otağ Yayınları, İstanbul 1977.
FIĞLALI, E. Ruhi, Çağımızda İtikâdi İslam Mezhepleri. Selçuk Yayınları, Ankara 1987.
GÖMEÇ, S.Yağmur, Türk Kültürünün Ana Hatları. Berikan Yayınevi, Ankara 2014.
GÜNAY, Ünver – Güngör, Harun, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi. Rağbet
Yayıları, Ankara 2007.

HACI BEKTAŞ-I VELİ, Makâlât. (A. Yılmaz, M. Akkuş, Ali Öztürk, Haz.). TDV Yayınları,
Ankara 2007.
KÖKSAL, M.Asım, İslam Tarihi, C.4, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981.
KUTLU, Sönmez, . Alevilik-Bektaşilik Yazıları. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2006.

KUTLU, Sönmez. Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul 2011.
OCAK, Ahmet, Nizamiye Medreseleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İÜSBE, Malatya
1993.
OCAK, A.Yaşar. Türkler, Türkiye ve İslam. İletişim Yayınları, İstanbul 1999.
OCAK, A.Yaşar, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası (Makaleler-İncelemeler),
Timaş Yayınları, İstanbul 2010.
OCAK, A.Yaşar, Türk Sûfiliğine Bakışlar. İletişim Yayınları, İstanbul 1996.
Ocak, A. Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri. İletişim Yayınları,
İstanbul 2000.
ÖNDER, Mustafa, Eğitim Biliminin Temelini Atan Düşünür: İbn-i Sina, Son Çağ Yayınları,
Ankara 2019.
ÖNDER, Mustafa, “İslam’ın İlk Yıllarında Kadın Eğitimi”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.13, S.1, Bolu 2013.
ÖNDER, Mustafa, “Alevilik Tartışmaları Üzerine”, ZfWT Dergisi, Vol. 9 No. 2, Münih 2017.
ÖNDER, Mustafa. “Millî Mücadele Yıllarında Atatürk, Dini Yayınlar ve Din Adamları”.
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (1), Elazığ 2012.
SARIKAYA, M.S, Anadolu Aleviliğinin Tarihi Arka Planı. Frida Yayınları, İstanbul 2012.
SARIKOYUNCU, Ali, Atatürk Din ve Din Adamları. TDV Yayınları, Ankara 2004.
SELÇUK, Mualla. Din Öğretiminin Kuramsal Temelleri. Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar.
MEB Yayınları, İstanbul 2000.
TANYU, Hikmet. İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. AÜİF Yayınları, Ankara
1981.
TDV İslam Ansiklopedisi. 18.Cilt, “Hüseyin” Maddesi, 27.Cilt, “Maktel-i Hüseyin” Maddesi,
25. Cilt, “Kerbela” Maddesi, İstanbul: TDV Yayınları, İstanbul 1998-2003.
TDV İslam Ansiklopedisi, C.36, TDV Yayınları, İstanbul 2009.
TDV İlmihal I-II, TDV Yayınları, Ankara 2005.
TUKSAL, Hidayet Şefkatli, Kadın Karşıtı Söylemin İslam geleneğindeki İzdüşümleri,
Kitabiyat Yayınları, Ankara 2000.
ÜZÜM, İlyas. Günümüz Aleviliği. İsam Yayınları, İstanbul 1997.
ÜZÜM, İlyas. Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik. İsam Yayınları, İstanbul 2007.
YILMAZ, Hüseyin, “Alevilik-Sünnilik Açısından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri”.
CÜİF Dergisi, XIII (2), Sivas 2009.
YILMAZ, Hüseyin. Alevi-Sünni Diyalogu (Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme),
Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
YÖRÜKAN, Y.Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar. (T. Yörükan, Haz.). Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

Yorum bırakın