TÜRKLERDE MİLLİ DEĞERLERİN İÇSELLEŞTİRİLMESİ

İlk defa 1918 yılında Znaniecki tarafından sosyal bilimler alanına kazandırılan değer

kelimesi “değmek” kökünden “bir şeye karşılık olma” anlamında kullanılmaktadır. Sözlük

anlamı ise, bir şeyin tam karşılığı, kıymeti, sahip olduğu yüksek vasıf demektir. Değer

kavramı, kıymetli ve güçlü olmak anlamına gelen Latince “valere” kökünden türemiştir

(Keskin, 2014:105). Değer nedir? sorusu ilk çağlardan itibaren felsefenin konularından

birisi olmuştur. Filozoflar bu soruya cevap aramışlardır. Felsefenin bir dalı olan “aksiyoloji”

değerlerle ilgilenen bir alan olup, insanın yapıp etmelerini, bu davranışların sebeplerini,

ilkeleri ve değerleri araştıran bir alandır. Değerlerin var olup olmadıkları, var iseler ne tür

varlığa sahip oldukları, yapıları, nesnel veya öznel oldukları, kaynakları ve bir değeri değer

yapan şeyin ne olduğu aksiyoloji’nin alanına girmektedir. Bu nedenle aksiyoloji’ye “değer

felsefesi” de denilmektedir (Yılmaz, 2008:45)

Değer kavramının tam olarak neleri içerdiği konusunda bilim adamları arasında henüz

bir ittifak sağlanmış değildir (Yılmaz, 2008:44). Değer kavramının çok farklı disiplinlere

girmiş olması tanımını güçleştiren sebeplerden biridir. Her bilim dalı değer kavramını kendini

ilgilendiren boyutu ile ele almış, ilgilendirmeyen kısımlarını göz ardı etmiştir. Bu durum

da değer kavramının neleri içereceği konusunda tartışmalara yol açmıştır. Sosyal bilimler

açısından değer’leri önemli kılan husus, insan davranışlarını ele alması ve yorumlamasıdır.

Değerlerin genelleştirilmiş doğaları nedeniyle, aynı değerlere sahip kişiler arasında dahi

değeri oluşturan özgül normlar üzerinde ortak bir anlamlandırma mümkün olmayabilir.

Sosyal değerler mutlak değildir, bundan dolayı her zaman kişilerin ulaşabileceklerinden

daha yukarıdadırlar. Diğer bir ifade ile davranış ile değer arasındaki açıklık hiçbir zaman

tümüyle kapanmaz (Ulusoy-Dilmaç, 2012:5,6,13).

Değer tanımlarında daha çok, inançlar, eğilimler, normatif standartlar ve amaçlara

vurgu yapılmaktadır. Güngör’e göre değer; “bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu

hakkındaki inançtır” (Ulusoy-Dilmaç, 2012:6). Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan

soyut ölçü, değdiği karşılık, kıymet, yüksek ve yararlı niteliktir şeklinde de tarif etmek

mümkündür (Ulusoy-Dilmaç, 2012:13).

Değerler bir toplumun tüm kesimlerini etkiler. Değerleri dikkate almayan bir eğitim

sistemi de “milli” olamaz. Değerlerin korunması, geliştirilmesi ve üretilmesinde en etkili

yol eğitimdir. Bu eğitimi şekillendiren ise aile, okul ve toplumdur. Milletin değer ve örfüne

duyarsız kalan bir eğitim sistemi, temelleri sağlam oluşturulmamış, sürekli taklit, nakil ve

reform bahanelerine sığınan bir sistemdir. Bu bahaneler ise aslında açık bir sistem olan ve

kendi kendini düzeltebilecek bir yapıya sahip olan eğitime dışarıdan müdahale sonucunu

doğurmaktadır.

Arzu edilebilen maddi, ,sosyal, ekonomik, sanatsal her şey bir değerdir. Değerler

daima bir arzunun ifadesi, arzu edenin duyarlılığını gösteren dinamikliği ihtiva eder. Eğer

bir nesneye karşı bizde bir arzu yoksa onun bizim için bir değeri de yoktur demektir. Fakat

dinamikliği sebebiyle değer kavramı daima pratik bir önem taşır. Değerler bu açıdan iradenin

ve eylemin tecrübesine bağlı olarak bir anlam kazanır (Bolay, 1996:117). Kalıcı olan ve

toplumun her kesimi tarafından benimsenen değerleri insanın kendisi oluşturabilir mi? Eğer

insan değişken olmasa ve sonlu olmasaydı bu mümkün olabilirdi. Ama insan, psikolojisi, ruh

yapısı itibarı ile çok değişken; maddi yapısı itibarı ile ölümlü yani geçicidir. Bu durumdaki

insanın kalıcı değerler yaratması mümkün değildir. Zaman ve mekân üstü olmayan bir

varlığın, kalıcı ve zaman üstü değerler yaratması mümkün değildir. İnsan mutlak varlık

değildir bu yüzden mutlak değer yaratamaz. Ürettiği değerler kalıcı tatmin de sağlamaz.

Değişmeyen değerlerin kaynağı değişmeyen mutlak varlıktır. Değerlerin kalıcılığı

biraz da verdiği doyuma ve huzura bağlıdır. İnsan eğitimin hem öznesi, hem de nesnesidir.

Eğitilmek için başkalarına muhtaçtır. Bir insanın kendini eğitmesi için kendine, özüne

87

 

dönmesi gerekir (Bolay , 1996:117,118). Değerler insanın tarih ve kültür varlığı olarak

kendini gerçekleştirmesi ve ne olduğunu bilip, soruşturması açısından da büyük önem taşır.

Değerlerin hem bilme hem de eylem bakımından insanın varoluş temeli olduğu söylenebilir.

Nesneleri değerli kılan, onlara değer yükleyen sadece insandır (Ulusoy-Dilmaç, 2012:16).

Eflatun ve Aristo gibi filozoflar erken çocukluk eğitiminde din ve ahlak eğitimini

çok önemsemezler. Buna karşın Farabi ve İbn-i Sina gibi Türk-İslam filozofları din ve ahlak

eğitimini erken çocukluk döneminde vazgeçilmez kabul ederler (Akyüz, 2013:6,7; Önder,

2015:72-80). Eğitimin amacı mutluluğu bulmak ve bireyi topluma yararlı hale getirmektir

diyen Farabi; öğretimi teorik bilgiler, eğitimi ise uygulama olarak tanımlar. Demonstrasyon

(göstererek öğretme) ve ikna yöntemlerinin kurucusudur. Ona göre iyi bir öğretmen,

ahlaklı, iyi karakterli, gönüllü ve alanında uzmanlaşmış olmalıdır. Öğrenci ise kavramların

anlamını bilmeli, kavradığı ve anladığının varlığını kabullenmeli ve bunları anlatabilmelidir.

Psikanalist yöntemin kurucusu olarak bilinen İbn-i Sina, çocuğun ilk eğitiminin ahlaki

ağırlıklı olması gerektiğini belirtir. Modern eğitim kuramlarının ortak görüşü olan “çocuk

oyunla öğrenir” tezini İbn-i Sina yaklaşık bin yıl önce ortaya koymuş ve 14 yaşına kadar

çocuğun mutlaka oyun oynaması gerektiğini vurgulamıştır. Eğitimi yaş guruplarına göre

ilk defa kategorize eden İbn-i Sina, eğitim yöntemlerini bizzat uygulamış ve ayrıntıları ile

açıklamıştır. Çocuğu ahlaki ve ruhsal yönden etkileyecek şiddetli olaylardan korumak gerekir

diyen İbn-i Sina; davranış ve zevk gelişimi için çocuğa müzik dinletilmesi gerektiğini de

söyler. Çocuğun eğitiminde görev alacak kişilerin de örnek davranışlar sergileyen, öğrenciyi

seven, ödüllendiren ve cesaretlendiren özelliklerde olması gerektiğini ileri sürer (Akyüz,

2013:28,29).

Değerler bilgi, duygu ve davranışların bir terkibi olduğu için, sadece bilgi boyutunda

kalan bir değerin hayata geçirilmesi mümkün görünmemektedir. Kültürün önemli

bileşenlerinden biri de değerlerdir. Değerler üretildikleri kültür ve toplumları şekillendiren

unsurlardır. Benimsenmiş olan değerler gelecek kuşaklara eğitim yolu ile aktarılmakta,

gelecek kuşaklar aktarılan bu değerlerle toplumsal ve bireysel ruhu oluşturmaktadır. Kişilerin

sosyalleşmesinde değerlerin önemli bir yeri vardır (Yılmaz, 2008:44).

Türklerde Milli Değerler ve Öğretimi

İlk Türklerden bugüne kadar değer öğretimi hem yazılı hem de sözlü olarak devam

etmiştir. Ancak Türklerde sözlü değer eğitiminden ziyade uygulamalı ve rol model davranışlar

sergileyerek değer öğretme öne çıkmıştır. Bu yöntem daha etkili ve kalıcı olmuştur. Hunlar,

Göktürkler ve Uygurlarda değerlerin öğretimi daha ziyade yaşanan hayatın içerisinde rol

model davranışlarla gerçekleşmiştir. Türklerde eğitimin temeli “töre” ye dayalıdır. Doğum,

ad koyma günleri törenler yapılırdı. Türklerin ilk yazılı eğitim belgeleri olan Orhun

Yazıtlarında yeni neslin eğitimi için dikkat çekici ifadeler vardır. “Çin milletinin sözü tatlı,

ipek kumaşı yumuşaktır. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatır….Çin milleti hilekar ve

sahtekar olduğu için küçük kardeş ile büyük kardeşi birbirine düşürür, ilini elden çıkarır”

(Ergin, 1975: 8-11).Uygurlarda yerleşik hayata geçiş ve din değişikliği örgün eğitimin

kurumsallaşmasına, Konfüçyüs öğretilerinin eğitimde ağırlık kazanmasına yol açmıştı

(Tekinoğlu, 2015; Roux, 2007). Türkler Müslüman olduktan sonra İslami değerlerin eğitimi

şekillendirdiğini görüyoruz. Karahanlılar döneminde önemli eserler kaleme alınmıştır.

Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lugati-t Türk, Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig, Ahmet Yesevi

Divan-ı Hikmet, Edip Ahmet YüknekiAtabetü-l Hakayık isimli eserlerini bu dönemde

yazmışlardır. Bu eserler ahlaki, dini, siyasi ve genel kültür içerikli temel eserlerdir ve eğitim

açısından son derece önemlidirler.

Sonraki dönemlerde Biruni, Farabi ve İbn-i Sina’yı görüyoruz. Bu üç Türk-İslam alimi tarihte

ilk defa eğitimi müstakil bir disiplin olarak kabul edip hakkında eserler yazmışlardır. Eğitime

geniş yer ayıran bu üç bilgin, batılı eğitimcilerden yüzyıllar önce yaş guruplarına göre eğitimi,

yöntemlerini, çocuk ve yetişkin eğitimini sistemleştirmişlerdir (Önder, 2014:61-81; Arslan,

88

 

1990:69-73). Selçuklular döneminde Nizamiye Medreseleri ve Ahi Teşkilatı yaygın ve örgün

eğitim kurumları olarak çok başarılı olmuşlar, dünya çapında şahsiyetler yetiştirmişlerdir.

Vezir Nizamü-l Mülk’ünSiyasetnâme si (Köymen, 1990), MevlanaCelaleddin’nin özellikle

Mesnevi si, Hacı Bektâş-ı Veli’nin MakalâtveNesâyih i, Yunus Emre’nin Risaletü-n Nushiyye

ve Divân’ı, Nasreddin Hoca’nın fıkraları Türk eğitim tarihinin başyapıtlarıdır. Günümüzde de

bu özelliklerini devam ettirmektedirler. Osmanlı döneminde bilhassa Fatih ve Süleymaniye

Medreseleri, Enderun Mektebi, Lonca Teşkilatı eğitim açısından başarılı olmuş kurumlardır.

Ancak gelişime ayak uyduramama, her konuya dini açıdan bakma, rüşvet, torpil, pozitif

ilimlerin kaldırılması gibi sebeplerle bu kurumlar çağın gerisinde kalmışlar ve önemlerini

kaybetmişlerdir (Akyüz, 2013:65,67,94). Osmanlı döneminde de dikkate değer bilginler

ve eserleri vardır. Kınalızâde Ali’nin Ahlâk-ı Alâi si, Yazıcıoğlu Kardeşlerin Ahmediye,

Muhammediye, Envârü-l Aşıkîn ı, Hacı Bayram-ı Veli’nin Fevâid’i bunlardan bazılarıdır

(Akyüz, 2013:119-135). Cumhuriyet döneminde de milli şuuru, töreyi öğretmeyi amaçlayan

çok önemli eserler yazılmıştır. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ahmet Cevat Emre vb. nin bu

kitapları özümsenerek okutulmalıdır. Türklük şuurunu öne çıkaran bölümler seçilerek yeni

nesillere aktarılmalıdır.

Kültür aktarımı sadece dini değerlerle yapılamaz, töre ve milli değerlerle birlikte

yapılmalıdır. Eğitimde salt din öğretmeye kalkarsanız ortada sadece ibadetler ve cezalar

kalır. Dini sosyolojisi, psikolojisi, felsefesi ve eğitimi ile birlikte öğretirseniz barış ve huzur

kaynağı olur. Türkler bu konuda bütün Müslümanlara örneklik etmişlerdir. İmam-ı Maturûdi,

İmam-ı Buharî(Uğur,1989)gibi Türk-İslam âlimleri İslam’ı en doğru şekilde anlamışlar ve

anlatmışlardır. Osmanlı’nın son döneminde maalesef salt din öğretimi yapılarak dünyaya

kapılar kapatılmış, açıldığında ise arada yüzlerce yıllık bir gelişmişlik farkı ortaya çıkmıştır.

Biz hala bu farkı kapatmaya çalışıyoruz. Milli kimliğinden ve değerlerinden uzaklaşan

nesillerin ülkelerine yapacağı fazla bir katkı yoktur.

Türklerde değer eğitimi hakkında dört somut örnek vermek istiyorum:

  1. Eski dönemlerde kız istemeye ya da bakmaya birkaç kişilik yetişkin gurubu

giderdi. Böyle bir gurup kıza bakmaya gitmişler. İkram, sohbet, muhabbetten

sonra kız evi düşünmek için mühlet istemiş. Evden ayrılırken evin girişinde

bulunan aynaya gözleri takılmış. Ayna toz içinde. Belli ki evin kızı temizliğe

dikkat etmiyor, kızı istemekten vazgeçecekler. Bu mesajı içlerinden şair olan

birisi aynanın tozu üzerine yazdığı bir beyitle şöyle veriyor:

Bakmaya geldik biz bu evin kızına,

Yazı yazdık aynasının tozuna.

Herhalde kızınızı istemekten vazgeçtik mesajı ancak bu kadar nazik, ince ve naif

verilebilir. Onlarca, yüzlerce sözden daha tesirli, kırıp dökmeden meram böyle

anlatılır. Türk milletinin ince zekâsının da bir ürünüdür bu olay.

  1. Türkiye Cumhuriyetinin ilk tıp fakültesi mezunlarından bir doktor hocamız,

büyüğümüz anlatıyor: Mezuniyetten sonra tayinim Konya’nın bir kasabasına

çıktı. Trenle günlerce süren bir yolculuktan sonra kasabaya ulaştık. Dağların

arasında toprak evlerden oluşmuş, bakımsız bir sağlık ocağı bulunan kasabadan

birkaç aile aşağıdan geçen demiryolunun yanına taşınmışlar. İstasyon binaları

ile küçük bir mahalle oluşturmuşlar. Kasabayı, sağlık ocağını gezdikten sonra

İstasyon bölgesine taşınan birisinin evinde misafir edileceğimi söylediler. Eve

geldik yedik, içtik benim yorgunluktan gözlerim kapanıyor. Akşam oldu yatmam

için hiçbir işaret ve hazırlık yok. Yatsı oldu yine aynı durum. Dayanamayıp ağzı

dualı, nur yüzlü ve köşede oturan nineye sordum:

  • Ne zaman yatacağız?
  • Tren gelsin yatarız. (Gece saatlerinde bir tren geçiyor bu istasyondan)
  • Trenle birisi mi gelecek. Bir tanıdığınızı mı bekliyorsunuz?
  • Yok evladım kimsemiz yok! Ama burası kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer.

89

 

Gece treni ile senin gibi bir Tanrı misafiri gelir ve burada inerse, etrafta ışığı

yanan bir ev göremezse hali nice olur, ne yapar buralarda? Biz her gün gece

trenini bekleriz içinde bir Tanrı misafiri geliyorsa karşılayalım, ağırlayalım

diye. Onun için bekliyoruz evladım.

Bunun üzerine söyleyecek bir sözümüzün olduğunu sanmıyorum. Her yer ışığı sönmeyen

evlerle, binalarla dolu ama artık Tanrı misafirleri yok, onları kabul edenler de yok. Bizim

milletimiz diğerkâmlığı, misafiri, kardeşliği böyle davranışlarla yeni nesillere aktarmıştır.

Sözden ziyade icraat ve davranış ortaya koyarak. Zaten değer öğretmede en etkili yöntem

de budur. Siz bu davranışı ve verdiği mesajı onlarca saat konuşma, ciltlerce kitap ile

yapamazsınız.

  1. İstanbul’da zil zurna sarhoş birisi sokakta sendeleyerek yürürken dolmuş

durağında Eyüp Eyüp diye müşteri toplamaya çalışan değnekçiye yaklaşarak:

Bana bak sen Eyüp Sultan’a Eyüp diyemezsin. Asker arkadaşın mı o senin. Eyüp

Sultan diyeceksin yoksa karışmam haaa diyor. Yoruma gerek bırakmayan bir

davranış örneği daha.

  1. Çocukluğumda ilkokulu yeni bitirmiştim. Babam beni bir haftalığına İstanbul’daki

amcalarımın yanına gönderdi. Amcam bir matbaada çalışıyordu. O gün beni de

götürdü yanında. Ömrümde ilk defa şehiri, matbaayı, denizi görmüştüm. Akşam

mesai bitince amcamla birlikte belediye otobüsü durağına gittik. Uzun bir kuyruk

vardı, yağmur yağıyor ve hava soğuktu. Önümüzde takım elbiseli, kravatlı,

eldivenli ve şemsiyeli bir bey vardı. Sırayla bindik biletçiye paraları ödeyerek,

herkes oturdu otobüs hareket etti. Bahsettiğim beyefendi yerinden kalkarak

biletçinin yanına geldi. Benden sonrakiler beklemesinler, üşümesinler diye acele

ettiğim için parayı öyle verdim çok özür dilerim dedi eldivenini göstererek. Ben

hiçbir şey anlamadım, neden özür dilediğine bir anlam veremedim. Yıllar sonra

üniversitede ahlâk, adâb-ı muaşeret konularına göz atarken anladım ki eldivenle

tokalaşmak, birine bir şey vermek ayıp sayılıyormuş bizim kültürümüzde. Adam

bunun için özür dilemiş.

Sonuç

İlk Türklerden bu yana milli ve dini değerlerin içselleştirilmesi için özel bir gayret

gösterilmiştir. Teorik boyutu ele alan yüzlerce belge ve kitap yazılmıştır. Ama Türklerde

değer eğitimi daima uygulamalı, rol model kişilik sergileyerek gerçekleştirilmiş ve böylece

töre, kültür, milli ve manevi değerler yeni nesillere aktarılabilmiştir. Son dönemlerde her

alanda olduğu gibi, değer öğretme ve öğrenmede ciddi sıkıntılar yaşamaktayız. Değer ve

değer ifade eden kavramların içini boşalttık. Sadece tavsiye, söz ve öğütle değer öğretilemez.

Değerleri dini ya da milli olarak bir gruplamaya da tabi tutamazsınız. Hepsi birlikte değerdir.

Maalesef günümüzde özellikle milli değerlerimiz, töre’miz bir erozyona uğradı ve değer

denilince sadece dini değerler anlaşılır oldu. Sadece din ve dini değerleri öğretmeye

kalkarsanız ortaya istenmeyen manzaralar çıkabilir. Kendilerini dini olarak tanımlayan ama

karşısındaki insanları hatta Müslümanları gözünü kırpmadan öldürebilen örgütler hep böyle

tek yanlı bir eğitimin ürünüdür. Türkler dünyada İslam’ı en iyi anlayan, yorumlayan ve

uygulayan bir millettir. En güzel tefsirleri, hadis ve fıkıh kitaplarını Türkler yazmışlar, İslam

dinini akla ve yaşanan hayata en uygun şekilde Türkler yorumlamışlardır. Bunun sonucunda

yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapmışlardır. Maturûdi, Buharî, İbn-i Sinâ, Farabî,

Birunî bunlardan sadece birkaçıdır. Öncelikle ecdadımızı iyi tanımalı ve tanıtmalıyız. Nasıl

çalışıp ürettiklerini, yöntemlerini, hoşgörü anlayışını yeni nesillere aktarmalıyız. Değerleri

öğretirken töre’yi, milli kültürü de öğretmeliyiz ki yeni Farabî’ler, İbn-i Sinâ’lar, Biruni’ler,

Maturûdi ve Buharî’ler yetişsin. Tabii bu konuda ailelere, okullara ve basın-yayın organlarına

büyük sorumluluk düşmektedir.

Hepinizi saygı ile selamlıyor, organizede emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

90

monder@cumhuriyet.edu.tr

 

BİBLİYOGRAFYA:

1-ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1975.

2-KINALIZADE, Ali, Ahlak-ı Alai, Haz: Ayşe Sıdıka Oktay, İz Yayıncılık, İstanbul 2011.

3- AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2013.

4-ÖNDER, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, Anı Yayıncılık, Ankara 2014.

5-FARABİ, El Medinetü-l Fazıla, Çev: Ahmet Arslan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara

1990.

6-NİZAMÜ-L MÜLK, Siyasetname, Haz: M.Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları,

Ankara 1990.

7-BOLAY, Mehmet.N, İbn-i Sina, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988.

8-GÖMEÇ, Saadettin, Türk Kültürünün Ana Hatları, Berikan Yayınevi, Ankara 2014.

9-TEKİNOĞLU, Hüseyin, Uygurlar, Kamer Yayınları, İstanbul 2015.

10-ROUX, J.Paul, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2007.

11-ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1982.

12-ÖGEL, Bahaddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara 1991.

13-GÖKALP, Ziya, TürkMedeniyeti Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2015.

14-BORAY, F. Erden, Bilinmeyen Tarih ve Türkler, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2011.

15-MEB İslam Ansiklopedisi, “Türkler” Maddesi, C. 12/2, MEB Yayınları, İstanbul 1979.

16-TDV İslam Ansiklopedisi, “Türk” Maddesi, C.41, TDV Yayınları, İstanbul 2012.

17-ULUSOY, Kadir-DİLMAÇ, Bülent, Değerler Eğitimi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara

2012.

18-YILMAZ, Kürşad, Eğitim Yönetiminde Değerler, Pegem Akademi Yayınları, Ankara

2008.

19-KESKİN, Yakup, “Değer Davranış İlişkisi”, Değerler ve Değerler Psikolojisi, Ed: Bülent

Dilmaç-H.Hüseyin Bircan, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2014.

20-BOLAY, S.Hayri ve Arkadaşları, Türk Eğitim Sistemi Alternatif Perspektif, TDV

Yayınları, Ankara 1996.

21- ÖNDER, Mustafa, “Eğitim-Kültür açısından Uygurların Dünyadaki Yeri ve Önemi”,

1.Uluslararası Türklerin Dünyası Sempozyumu Tebliği, 12-14 Mayıs 2017, Antalya.

22-ORTAYLI, İlber, Türklerin Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2015.

23-UĞUR, Mücteba, Buhari, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989.

24- EMRE, A.Cevat, Çocuklara Hikâye Anlatmak sanatı, MEB Yayınları, İstanbul 2000.

KADIN ve ÇOCUKLAR KONUSUNDA DİN ANLAYIŞIMIZDAN KAYNAKLANAN PROBLEMLER VAR MIDIR?

Özet:
Türkler Müslüman olduktan sonra, en önemli problem benimsedikleri dinin temel
kaynaklarını (Kur’an ve Hadis) okuyup anlayamamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
durum Kur’anı ve Hadisleri okuyup, yorumlayan, eserler yazan âlimlerle halkı yüz yüze
getirmiş, bir nevi orijinal kaynak ile aralarına çoğunlukla erkeklerden oluşan kişileri ve
bunların yorumlarını koymuştur. Dine ve dini değerlere saygılı ve saf bir şekilde bağlanan
Türk milleti bir süre sonra orijinal kaynakla kendi arasına giren bu şahısları, eserlerini,
yorumlarını kutsallaştırarak asıl kaynak yerine koymuştur. Kadınlara, çocuklara karşı dışlayıcı
ve ayırımcı davranışlar da bu süreçte ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da başlayan ve Türk-İslam
Rönesans’ı diyebileceğimiz düşünce akımı bu problemleri çözebilecek öğretilere sahiptir
(Buhari, Maturidi, Farabi, İbn-i Sina vb.). Bu düşünce ekolü Türk insanını temel kaynaklarla
buluşturma imkânını sunmuştur. Türk Rönesansı diyebileceğimiz akım bu buluşmanın
neticesinde gerçekleşmiştir. Biz çalışmamızda bunu örneklerle ortaya koymayı amaçladık.
Çalışmamızda nitel araştırma yöntemlerinden olan tarama modeli ve doküman
incelemesi kullanılmıştır. Bilindiği gibi tarama modeli, mevcut kaynaklardan yararlanarak
geçmişte ve günümüzdeki durumu olduğu gibi tespit etmek ve ortaya koymak için kullanılan
bir yöntemdir. Batıya ve güneye doğru yayılan Türk hâkimiyeti maalesef İran ve Arap
kültürünün etkisi, mezhep taassubu ve bahsedilen Türk-İslam âlimlerinin kasıtlı olarak geri
planda bırakılması ile yine temel dini kaynaklarla doğrudan irtibat kurma şansını
kaybetmiştir. Son dönemlerde farklı İslam ülkelerinde yazılan ve büyük bir iştahla Türkçeye
tercüme edilen dini kılıflı eserler din anlayışını siyasileştirmiş, çözüm yerine problemlerin
çoğalmasına katkı sunmuştur. Hala tartıştığımız ve dini bir kisveye büründürerek
kutsallaştırdığımız önemli problemlerin (Kadın vb.) çözümü Türk Milleti’nin fertlerini dinin
orijinal kaynakları ve Müslüman-Türk bilginlerinin eserleri, yorumları ile buluşturmaktan
geçmektedir.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olduğu gibi, bir devlet politikası olarak İslam
Dini’nin Türk yorumunu, bunu ortaya koyan düşünürlerimizi, eserlerini okul müfredatlarına
koymalı ve geleceğin teminatı olan gençlerimize öğretmeliyiz. Kadın ve çocuklar konusunda
yaşadığımız birçok problem bu şekilde çözüme kavuşabilir. Kur’an, Sünnet ve Türk örfünde
kadın ve çocuğun yeri ile bugünkü toplumsal statüleri arasında ne kadar uçurum olduğunu
böylelikle anlayabilir, dini asıl kaynağından öğrenebiliriz.
Anahtar Kelimeler. Türk Müslümanlığı, Din Anlayışı, Kadın, Çocuk.
Giriş:

1
Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğt. Bl. Öğr. Üyesi monder@cumhuriyet.edu.tr
İslam’ın Türkler arasında yayılmasında Arap kolonizasyonları kadar Soğd’lu tüccarların
ve İran tasavvuf mekteplerine mensup sûfilerin etkili olduğu söylenebilir. Horasan
Melametîliği denilen ekole mensup Fars ve Türk sûfiler mistik yorumla birlikte Türkler
arasında İslam’ı yaymışlardır (Ocak, 2010: 179,180). Önce İdil Bulgar Hanlığı İslam’ı kabul
etmiş, hükümdar İlteber dönemin halifesi Muktedir Billah’tan tebliğ için âlimler, cami inşası
için ustalar istemiş ve 922 yılında topluca ihtida etmekle kalmamış, başka boyların da
Müslüman olmalarında rol oynamıştır. Sonra Karahanlılar ve arkasından Gazneliler
Müslüman-Türk devletleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır (Gömeç, 2014: 326; Önder,
2014: 31).
Türklerin Müslüman olma sürecinde ve sonraki dönemlerde çeşitli kültürel, coğrafi ve
sosyal durumlar yeni seçilen dinin yorumunu ve uygulamalarını etkilemiş, genelde tasavvufi
boyut öne çıkarılmıştır. Yesevîlik, Vefaîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi akımlar özellikle
Anadolu’ya göçen Türk oymakları üzerinde etkili olmuştur. Burada Safeviyye tarikatından
bahsetmenin konunun anlaşılması açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Adını kurucusu
olan Safiyyüddin Erdebilî’den alan tarikat başlangıçta tamamen Sünni bir karakter arz
etmesine rağmen, sonraki dönemde postnişin olan ve Erdebilî’nin torunu Hoca Ali’den
itibaren Şii temayüller içine girmiştir. Bu değişiklikte Ehl-i Beyt sevgisinin ve bu sevgiyi iyi
işleyen Şii âlimlerin etkisi olduğu söylenebilir (Üzüm, 2007: 36-38). Türkler dilden dile
anlatılan Kerbelâ olayının içerisinde kendilerini bulmuşlar, Müslüman olmalarında;
mazlumun yanında yer alma geleneği ve Kerbelâ’daki haksızlık önemli bir rol oynamıştır
(Yılmaz, 2010: 254; Önder, 2017).
Orta Asya’da İslam’ın benimsenmesinde Mürcie ve onun devamı sayılabilecek
Maturidîlik akımının büyük katkısını görmekteyiz. Özellikle amelin imandan bir cüz
sayılmaması geniş kitlelerin itikatta Maturidîliği seçmesine ve Buhara, Semerkand, Nesef,
Tirmiz gibi şehirlerde büyük âlimlerin yetişmesine neden oldu. Maturidîlik akımı Gazneli,
Karahanlı ve Selçuklu devlet idarelerince de desteklendi. Bilhassa Selçuklular döneminde pek
çok âlim Anadolu’ya gelerek irşad faaliyetinde bulundu ve adeta Hanefî-Maturidî inancı
Türklerin resmi inancı haline geldi. Bu akım Alevilik ve Bektaşiliği etkilemiş, iman, amel gibi
konularda ciddi bir benzerlik ortaya çıkmıştır (Kutlu, 2006: 35-37). Kutlu’nun ifadesi ile,
Türklerde dindarlığın pratik boyutu Hanefîlik, inanç boyutu Maturûdîlik, tasavvufi boyutu
Yesevîlik olarak şekillenmiştir (Kutlu, 2011: 95, 131, 165; Önder, 2017).
Orta Asya’da Türkler peyderpey İslamı seçerken Haşimi soyundan gelen ve Ehl-i Beyt
mensubu olarak bilinen Zeyd b. Ali ve arkadaşları Zeydiyye diye isimlendirilen anlayışlarını
yaymaya çalışıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde Zeyd b. Ali’nin soyundan gelenlere “Alevi”
dendi. Bölgenin İslamlaşmasında önemli bir rol oynayan Zeydiler Taberistan’da yaklaşık bir
asır yaşayan bir devlet kurdular (Kutlu, 2011: 65, 66). Müslüman olmadan önceki Türk
topluluklarının sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarındaki farklılık İslam’ı anlayış ve
yaşayışlarına da yansımıştır. Yerleşik hayat yaşayan, okuma yazma bilen, belli bir kültür
seviyesine sahip olan şehirli Türkler yeni dini temel kaynaklarından öğrenme, ibadetleri
(Namaz, oruç, abdest gibi) düzenli şekilde yerine getirebilme imkânına sahiplerdi ve Ehl-i
Sünnet’in “kitabi” öğretilerini benimsemişlerdi. Bu imkânlarla tanışmamış ve düzenli bir
günlük hayatı olmayan “ümmi” diyebileceğimiz göçebe Türkler ise eski inançlarının da
tesiriyle Sûfilikle ve bir dinden çok karmaşık bir inanç ve uygulamalar sistemi olan (Kutlu,
2011: 30) Şamanlıkla karışık sade bir İslam anlayışını benimsemişlerdi (Fığlalı, 1986: 238;
Üzüm, 2007: 19; Sarıkaya, 2012: 16). Diğer bir ifade ile Türkler İslam kültür çevresine giriş
sürecinde Sünni anlayışı benimsemişken, esas itibarıyla Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt
sevgisini ön planda tutan sûfilik akımının etkisi altında kalmışlardır (Fığlalı, 1986: 237).
Ahmed Yesevî öğretilerinin Türkler arasında geniş kabul görmesinin sebeplerinden birisi bu
olsa gerektir. Ahmed Yesevî bir Hanefi fakih olarak ve bir Sûfi Mürşid olarak büyük
kitlelerce kabul görmüştür. Kitabi İslam ile halk islamını şahsında buluşturmuş birisidir
(Önder, 2017).
Bu İslam anlayışı göçlerle birlikte Anadolu’ya giderken yol üzerindeki birçok kültür ve
inançla da etkileşerek ama temelindeki mistik yapıyı da koruyarak geldi (Yılmaz, 2010: 14,
15). İşte Aleviliğin ve Bektaşiliğin temelini oluşturan bu yapılanma yani heterodoks
Müslümanlık o dönemlerde henüz Hz. Ali, Kerbelâ ve on iki İmam kültleri ile
tanışmamışlardı. Bunun yanında Ahmed Yesevî ve öğrencileri kadınlı-erkekli ayinler
yapıyorlardı. Ayin-i Cem denilen bu ibadetler Şamanlarca yapılan birbirinden farklı törenlerin
İslamileşmiş şekliydi. Aslında Türkler arasında yaygın olan inanç Gök Tanrı inancıydı
(Gumilov, 1999: 118; Günay-Güngör, 2007: 143; Tanyu, 1980). Şamanlık bir alt kültür olarak
dışarıdan intikal etmiş unsurdu ve Türklerin asli dini formu değildi (Kutlu, 2011: 30,31).
Yusuf Ziya Yörükân’a göre, şamanlar tarafından yapılan bütün ayin ve merasimler Türkçe’dir
ve bu gelenek Alevilikte aynen muhafaza edilerek günümüze kadar gelmiştir. Halen
törenlerde önemli bir yeri olan gülbank ve nefesler Türkçe olarak okunur ve herkes rahatlıkla
anlayabilir. Hatta bu kültür Arnavutlara geçerken bile Türkçe dua ve erkân ile birlikte
geçmiştir (Yörükan, 1998: 13). Bölge fethedilmeden önce ve fethedildikten sonra, bektaşî
ekolüne mensup tekkeler ve bu tekkelerin şeyhleri (Sarı Saltık, Seyyid Ali Sultan vb.),
Arnavutların gönüllü yeniçeri olmaları, yeniçerilerin Bektaşi olmaları bunda önemli bir rol
oynamıştır (İzeti, 2010: 402; Önder, 2017).
Türklerin Müslüman olması ile birlikte önemli iki problem karşımıza çıkmaktadır. Yeni
dinin (İslam) asıl kaynağı olan Kur’an ve Sahih Sünnet’in anlaşılması meselesi. Bunun için
iki temel kaynağın dilinin Arapça olması, bu dilin öğrenilmesinin uzun zaman alması ciddi
problem olmuştur. Her ferdin Arapça öğrenmesi ve bunu temel kaynakları anlayacak seviyeye
getirmesi elbette mümkün değildir. Bu durumda geriye bir tek çözüm yolu kalmaktadır. Dinin
temel kaynaklarını anlayan, yorumlayan, şerh eden âlimlerin eserlerinin tercümelerini
okumak, dini onların anladığı şekilde anlamak ve yaşamak. İslam’ın merkezi pozisyonunda
olan Mekke-Medine ve çevresinde yaşayan ve daha ziyade nakil ve sözlü kültür yoluyla
Kur’an ve Sünnet yorumları yeni Müslüman olan bölgelere de ulaşmış, yöre halkı İslam
olarak bu âlimleri ve eserlerini tanımışlardır. Diğer problem ise Arapların sadece eserleri
değil, kültürleri ve yaşayışları da din olarak kabul edilmiştir.
Acaba bu kişiler dini kaynakları doğru anlamışlar mıdır? Yaptıkları yorumlar ve
şerhler bölgesel, toplumsal, psikolojik şartlar çerçevesinde her topluma ve bölgeye uygun
mudur? Hemen tamamı erkek olan fıkıh âlimlerinin verdiği fetvalar kadınları ve çocukları
dışlayıcı ve erkek egemen anlayışı mı yansıtmaktadır? Bugün kadınlara ve çocuklara karşı
tutumumuza dini bir kılıf olarak mı kullanıyoruz? Bu davranışlar Kur’an’a ve
Peygamberimizin uygulamalarına ne kadar uygundur? Bu sorulara olumlu yanıt vermemiz
mümkün görünmüyor. Bir defa erkeklerin işine geliyor. Biz hala üç talakla boşamayı sadece
erkeklerin hakkı olarak anlatıyor ve öğretiyoruz. Mut’a nikâhını keyfimize göre
meşrulaştırmaya çalışıyoruz. Miras ve şahitlik konularında kadınlar daima ikinci planda ve iki
kadın bir erkek ediyor. Cariyelik konusunda doğru bilgimiz yok. Cariyeleri “mal” olarak lanse
eden anlı-şanlı çağdaş âlimlerimiz! var. Önemli bir dini kaynak olan Diyanet İslam
Ansiklopedisinde “Cariye” maddesi niçin yoktur? İthal fıkıh kitaplarında kız çocuklarının 9
yaşında evlendirilebileceği anlatılmaktadır. Böyle bir alt yapının oluşturulduğu toplumda
elbette kadına ve kız çocuklarına karşı şiddet, taciz, tecavüz olayları çoğalacaktır.
Kur’an’ın indiği toplumda insanlar kadın-erkek, hür-köle, zengin fakir diye
sınıflardınlıyor1ardı ve sahip oldukları haklar bu sınıflara göre değişiyordu. Kur’an’ın
gerçekleştirmek istediği amaç ise, insanlar arasındaki eşitsizlikleri kaldırmaktı. Kur’an’ın
bildirdiğine göre, yaratıcının katında bu sınıflamalardan hiç birinin geçerliliği yoktur.
Yaratıcının katındaki üstünlük, sadece inanmışlığa ve iyilikler yapmış olmaya bağlıdır
Kur’an’da insan soyunun büyük bir aile, bu büyük ailenin fertlerinin, aynı nefisten yaratılan
insan çifti olduğu bildirilmiştir (Bilgin, 1997:30,31) .
Vahiy değişmez ve kesindir, ama yorumu çok farklı ve çeşitli olabilir. Bizim ihtilafa
düştüğümüz konu yorumların farklı olmasıdır. Kültürel, sosyal, tarihi ve hatta coğrafi şartlar
vahiy yorumlarını etkilemiş ve farklı dini anlayışlar ortaya çıkartmıştır (Bardakoğlu, 2017, s.
20; Bozkuş, 2011, s. 149-156). Bir nevi düşünce zenginliği diyebileceğimiz bu durumu
kabullenmek mecburiyetindeyiz. Böyle hassas bir konuyu incelerken sadece teolojik açıdan
olaylara bakmak yeterli midir, başka açılardan da bakmalı mıyız sorusunu kendimize
sormalıyız. İşin tarihi, sosyolojik, psikolojik, antropolojik boyutlarını dikkate almadan
varacağımız sonuçlar sağlıklı olmaz. Din objektif değerler bütünü iken, şahıslar ve topluluklar
tarafından öğrenilip, uygulanması safhasında sübjektif hale gelir (Sarıkaya, 2012: 21).
Tarihi yeniden yazmak mümkün olmadığı gibi, tartışılan konuları bilmeden problemi
çözmekte mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet’te yer alan dini bilginin anlaşılmasında hayatın
akışı, bölgesel şartlar, bakış açılarına göre farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Biz
buna tarihsel tecrübe ya da Müslümanlık diyoruz. Müslümanlık Kur’an ve sahih sünnetin
getirdiklerinin farklı zaman diliminde ve bölgelerde mensupları tarafından hayata aktarılma
ve yaşanma biçimini ifade eder. İslam ile Müslümanlığı aynileştirmek ne derece yanlışsa,
tarihi tecrübeyi de İslam dışı görmek o kadar yanlıştır. Tarihi olayların bazılarını ön plana
çıkararak onları İslam gibi sunmak ta doğru değildir. Yapılacak ilk işin esas ile yorumu
birbirinden ayırmak ve bu ayrımı dikkate alarak tarihi gerçekleri iyi bilmek, onlarla
yüzleşmek olduğunu kabul etmeliyiz.
Günümüzde çokça gündeme gelen dini çoğulculuğun dış boyutu küresel barışın
korunmasına, iç boyutu ise ülke ve bölgesel barışa büyük katkı sağlar. Etnik ve mezhep
farklılıklarımızı gölgede bırakacak ortak paydalarımızı güçlendirmek, bunların kültürümüzü
zenginleştirici olumlu unsurlar olduğu bilincini öne çıkarmak gerekir. Dinin
yorumlanmasından doğan farklılıkları tehlikeli ve riskli olarak değil, potansiyel bir güç olarak
görmeliyiz. Aksi halde monolitik bir düzenin hâkim olduğu bir toplum ve farklılıklardan
beslenmeyen bir kültür oluşur. Böyle bir kültür ise durağanlık, tembellik, korku, baskı ve
statükoculuk doğurmaya mahkûmdur. Alevilik ve Bektaşilik bu anlamda siyasi ve teolojik
anlamda bir ayrışma unsuru değil, bir zenginlik ve ana unsur olarak görülmelidir. Zira onlar
da bu toprakların asli unsurları, Orta Asya’dan getirilen Türk Örfünü en fazla içinde
barındıran kültürel yapıdır.
Kur’ an kendisi niçin Arapça bir kitap olduğunu açıklamıştır. Kur’ an Arapça’ dır, çünkü
Arapça onu tebliğ edecek olan Peygamber’in dilidir (İbrahim Süresi, 4. ayet). Kur’ an Arapça’
dır, çünkü Arapça, Peygamber’in hitap edeceği halkın dilidir (Fussilet Suresi 44. ayet). Demek
ki Kur’an’ın anlaşılması esastır. Demek ki müminler Allah’ın kendilerine neler söylemiş
olduğunu anlamak, ondaki bilgilerden ve öğütlerden yararlanmak için, onu yabancı dilde
değil, konuştukları dilde, anlayarak okuyacaklardır. Böyle bir okuyuş temin edilmedikçe, Kur’
an belli bir zümrenin, bir azınlığın aracılığı ile kısmen anlaşılmakla yetinildikçe, ondaki İlahi
amaca yönelik etkinliğin meydana getirebileceği gelişmelerden büyük ölçüde mahrum
kalınacaktır (Bilgin, 1994:52).
İslam dini diğer dinlerde olduğu gibi, medeniyetini doğduğu topraklarda değil sonradan
ulaştığı topraklarda kurmuştur. Endülüs, Bağdat, Şam, Semerkant ve İstanbul bu medeniyetin
en önemli merkezleri olmuştur. İslam düşüncesi adına üretilen temel eserlerin önemli bir
kısmı genelde Maverâünnehir, özelde ise Semerkant kaynaklıdır. Bu bölge İslam
düşüncesinin en şöhretli kelamcılarını, usûlcülerini, fakîhlerini, muhaddislerini, müfessirlerini
ve filozoflarını yetiştirmiştir (Düzgün, 2014:11). Sürekli tartışmaların hüküm sürdüğü
Bağdat’ın aksine, sağlanan güven ve hoşgörü ortamı nedeniyle birçok düşünür de
Semerkant’a gelmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra oluşturmak istediği kültür başkenti
projesine önemli bilim adamı transferleri (Ali Kuşçu gibi) yine bu bölgeden yapılmıştır
(Düzgün, 2014:13, Sarıçam-Erşahin, 2014:19).
On ikinci yüzyıl Rönesans’ı diye adlandırılan İslam Dünyasındaki her türlü bilimsel
faaliyet, tercümeler yoluyla modern Batı medeniyetinin temellerinden biri olmuştur (Ülken,
2017:320,321; Sarıçam-Erşahin, 2014:42). İbn-i Sina bu uygarlığın hem kurucularından
biridir, hem de Batı’ya aktarılmasında başrol konumundadır. Gerçekleştirilen bu atılımın
büyük ölçüde Doğu İslam Dünyası ve Orta Asya’da gerçekleşmesi Türk milletinin İslam
Medeniyetine yaptığı hizmetlerin bir göstergesidir. Avrupa bu anlamda İbn-i Sina’dan
faydalanmış, esinlenmiş, geliştirmiş ve buna istinaden yeni atılımlar yapabilmiştir (Sayılı,
1984:20-23). Böylesine etkili ve önemli bir medeniyetin mimarı olan Doğu kültürü, bir süre
sonra kendi içindeki kısır siyasî ve dinî çekişmeler yüzünden maalesef en önemli düşünürleri
ve ortaya koydukları eserleri bu tartışmalara kurban vermiştir (Önder, 2019).
İslam ve Türk tarihinde siyasî, itikadî, tasavvufî mülahazalarla mezhepçilik veya
mezhep taassubu devlet adamlarını, ulemâyı ve halkı ciddi anlamda etkilemiştir. İtikadî,
amelî, tasavvufî ve felsefî olarak sınıflandırabileceğimiz mezheplerin hicri üçüncü asırdan
sonra belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ameli imandan bir cüz kabul eden Haricilerle başlayan
ve amel ile imanı birbirinden ayıran Mürcie arasındaki mücadele bazen inatlaşmaya ve hatta
diğerlerini tekfire kadar varmıştır. Haricilerle başlayan daha sonra Şia ve Batınî’lerle zirveye
çıkan mezhep terörü Türkleri ve Müslümanları sürekli bir savunmaya ve tedbire mecbur
bırakmış, medreselerdeki öğretimin temel felsefesi bu akımlara karşı bir temele oturmuştur.
Aynı problemler fikirsel boyutta Mutezile ile de yaşanmış, mücadele anlayışı devlet politikası
haline dönüşmüştür. Büyük devlet adamlarının Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından
öldürülmesi (Melikşah, Nizamü-l Mülk vb) bu tutumun daha da keskinleşmesine vesile
olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde sapık akımlar olarak kabul
edilen Şii-Batınî anlayışa karşı bir program uygulanmıştır (Akyüz, 2013:22). Yüzyıllarca
devam eden bu mezhepsel bakış adeta gelenekselleşmiş, bir süre sonra ehl-i sünnet içinde de
çok ciddi tartışmalara, ayrışmalara, hatta tekfir etmeye kadar varmıştır (Uludağ, 1979:25,26).
Devlet yönetiminin ve medrese ulemasının mezhep tercihi bu tartışmalarda önemli bir
rol oynamıştır. Karahanlılarda, Gaznelilerde, Selçuklu ve Osmanlı’da bunu açıkça
görebilmekteyiz. Özellikle medrese eğitiminde mezhep temelli bir yaklaşım benimsendi.
Karahanlılarda Hanefi’lik (Maturîdîlik) , Selçuklu Nizamiye Medreselerinde Şafiî’lik
(Eş’ari’lik), Osmanlılarda yeniden Hanefî’lik (Maturîdilik) anlayışının öne çıkması bu
durumun açık örneğidir. Nizamiye medreselerinde Şafiî ve Eş’arî olan Gazzali’nin
başmüderrislik yapması ve eserlerinde Türk-İslam Filozofları Farabî, İbn-i Sina ve diğerlerini
tekfirle suçlamasının arkasında yatan gerçek, bu ortamdan ve taassuptan kaynaklanmış bir
durumdur. Hatta siyasi mülahazalar da bu tavırda etkili olmuştur. Nizamiye medreselerinde
yetişen Eş’arî âlimlerin büyük çoğunluğunun Fars asıllı olmasını unutmamak gerekir (Kutlu,
2017:157). Gazzali’nin eleştirilerine bu açıdan bakmak, Farabî ve İbn-i Sina’yı tenkitlerinde
ve ithamlarında dönemin siyasi ve fikri tartışmalarının etkisini dikkate almak gerekir. Aslında
kendisi de bir filozof olan Gazzali tabiri caizse dolduruşa gelerek, belki de yöneticilere
yaranmak isteğiyle bunları yapmıştır diyebiliriz. Merhum Gökay’ın dediği gibi, doğunun en
büyük hastalıklarından biri kıskançlıktır. İbn-i Sina da bu onulmaz hastalığın mağdurlarından
biridir (Gökay, 1984:14).
Çağrıcı’nın tespiti son derece isabetlidir: “Malumunuz, ta Nizamiye medreselerini
kurdukları bin küsur yıl öncesinden itibaren Selçuklusuyla, Osmanlısıyla dedelerimiz
insanlarımıza daha çocuklukta “İtikadda mezhebim Matürîdîlik, amelde mezhebim Hanefîlik”
şablonunu ezberletmişlerse de, gerçekte özellikle itikadda (siyasi sebeplerle) bal gibi
Eş‘arîliği okutmuşlar, o fikriyatı benimseyip uygulamışlardır. O çağlarda Batı’da da başka bir
skolastik eğitim hâkim olduğu için medreselerimizde okutulan Eş‘arîlik tarzı dogmatik
düşünce bir şekilde idare ediyordu. Fakat Osmanlının başlıca rakibi olan Batı dünyasında
XVI. yüzyıldan itibaren eleştirici-sorgulayıcı düşüncenin filizlenmesi ve zamanla bunun
bilimsel alanlara, özellikle de eğitim kurumlarına yayılmasıyla başka bir eğitim zihniyetine
geçilirken, bizim medrese eğitimimiz, bırakın eleştirici-sorgulayıcı insan modeline geçmeyi,
tek tipleştirici dogmatik karakterini daha da tahkim etti. Ve sonunda deniz bitti“ (Çağrıcı,
07.11. 2018).
Selefilik: Türkleri Dışlayan Bir Tutum ve İslam Dünyasının Kanayan Yarası
Sözlükte “önce gelmek”, “geçmek” ve “geçmişte kalmak” anlamlarına gelen selef
kelimesinden türetilmiş selefiyye kelimesi, “soy, fazilet ve ilim bağlamında önce gelip
geçenler” anlamına gelmektedir (TDVİA, 36:399; TDV İlmihal,1:24). İlk dönemlerde bu
terim ashab ve onların takipçileri demek olan tabiin için kullanılmıştır. Ashab ve tabiinin
yolunda olan fakihler ve muhaddisler için de kullanılan “Selefiyye” kavramı, ashab ve tabiin
döneminde gündeme gelip tartışılmayan, konuşulmayan konuların tartışılmasını ve bunları
tartışırken uygulanan yöntemleri bid’at saymıştır. Selefiler nass’ ların tespit ettiği saha ve
sınırı ölçü kabul ettiklerinden Kur’an ve Sünnette yer almayan bir konunun din ve itikad
alanına taşınmasına genellikle sıcak bakmamışlardır. Hz. Peygamberden nakledilen akideye
dair bütün rivayetlere iman etmeyi gerekli görürler. Nass’ların beyanları dışında akıl
yürütmeye karşıdırlar.
Geleneksel selefiliğin dışında bir de modern selefilik vardır. İslam dünyasındaki
sosyal, ekonomik, ahlaki ve siyasi çalkalanmalar, bilginler arasında kurtuluş reçetesi aramak
ve İslamın ilk dönemlerine dönmek gibi fikirleri gündeme getirmiştir. Bu düşünürler
fikirlerinden dolayı İbn-i Teymiyye ile de ilişkilendirilmişlerdir. Batı’nın her alanda üstünlüğü
ele geçirmesi, selefileri daha da katı hale getirmiş, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren
politik yönü ağır basan oluşumlar ortaya çıkmıştır. Dinin özünden ve ahlaki yönünden ziyade
lafzına ve şekline vurgu yapan bu guruplar, tarihi tecrübe ve birikimleri, kültürel zenginlikleri
yok saymışlardır (TDVİA, 36:401,402).
Türk tarihinde 11. Yüzyıl çok önemlidir. Ancak bundan önceki asırlarda Türklerin
Dini ilimlerde ve bununla ilgili eserlerde önemli bir atılımını, genelde Arap-Fars tekelinde
bulunan bu alanı ele geçirdiklerini görüyoruz. Büyük hadis âlimleri Abdullah b. Mübarek
(736-800), İmam-ı Buhari (810-869), Tirmizi (821-892), itikadda mezhep imamımız olan
İmam-ı Maturidi (862-944), büyük filozoflarımız Farabi (870-950, İbn-i Sina (980-1037, fıkıh
bilginleri Serahsi (1009-1090), Pezdevi (1009-1089), dil bilgini Zemahşeri (1075-1144) gibi
Türk bilginleri adeta olaya el koymuşlar, günümüzde dahi okunan temel dini kaynakları
kaleme almışlardır. Tam da bu dönemlerde selefilik diye bir akımın başlaması manidardır.
Geriye dönmek, aklı dışlamak ve her türlü yeniliğe karşı olmak temeline dayanan bu akım,
aslında Türklerin Kur’an’ı, Peygamberi, İslam’ı aklın ışığında yeni şartlara ve metotlara göre
doğru anlamasının önüne çekilmiş bir settir. Bizzat Kur’an aklı kullanmayı, toplumsal şartlara
göre değişimin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Sadece Nasih-Mensuh (Bir ayetin başka
bir ayetle hükmünün kaldırılması) olayı dahi bunun delilidir. Bu nedenle Türk-İslam
bilginlerinin mutlaka tanınması, tanıtılması, müfredata konulması önem arz etmektedir.
İmam-ı Maturidi’nin, İbn-i Sina’nın ve diğerlerinin temel görüşleri sadece bizim değil, bütün
İslam dünyasının derdine çare olabilecek niteliktedir.
Kavram Kargaşası
Önemli konulardan birisi kavramlarda anlaşmaktır. Zira kavramlar ve onlara yüklenen
anlamların farklı olduğu bir manzara söz konusudur. Söz konusu din ve dini yorumlar olunca
mesele daha da zorlaşmaktadır. Aynı kavram ve kelimeleri kullanmamıza rağmen bu kavram
ve kelimelere yüklediğimiz anlamlar farklı olabilmekte, anlaşmazlıkları ortaya
çıkarabilmektedir. Zihinsel anlam kodlarımız ve şema’larımız farklıdır (Selçuk, 2000: 11, 12).
Üzerinde tam olarak anlaşılmış bir alevi kavramı dahi henüz yoktur. Tarihi, tasavvufi, siyasi
ve mezhepsel açıdan bakanlara göre bu kavrama yüklenen anlam da değişebilmektedir
(Yılmaz, 2011: 10,11). Sünnilerdeki Hz. Ali, Hacı Bektâş Veli, Makalât, Ehl-i Beyt anlayışı
ile Alevilikteki anlayış tamamen farklıdır. Hz. Ali Alevilikte “mitolojik bir kült” tür ve
insanüstü özelliklere sahiptir. 12 İmam inancı tasavvufi niteliktedir. Şiilere göre ise Ali ve 12
imam inancı fıkhi bir konudur. Sünnilere göre Hz. Ali, bir insan ve örnek bir Müslüman’dır.
Onu sevenler onun yaşadığı gibi yaşamalıdırlar (Akyol, 2012: 16).
Aynı durum ibadet kavramı için de geçerlidir. Sünni anlayışta ibadet kavramından
daha ziyade namaz, oruç, zekât, hac gibi konular anlaşılırken; Alevilikte daha geniş ve insana
hizmet temelli folklorik bir anlam ifade etmektedir. İnanç konusunda ciddi bir farklılık
olmamasına rağmen, ibadetler konusunda farklılıklar mevcuttur. Halka Namazı, Niyaz,
Muharrem ve Hızır Orucu Alevilikte önemli ibadetlerdendir (Keskin, 2009: 120; Üçer vd.,
2005: 305). Öte yandan Alevi ve Bektaşi kavramları arasında da farklılıklar vardır. Merhum
Mehmet Eröz hocanın ifadesi ile ülkemizde her Bektaşi Alevi olduğu halde, her Alevi Bektaşi
değildir. Bektaşilik bir tarikattır ve bu tarikatın öğretilerini benimseyen kişiler bazı
törenlerden sonra Bektaşi olabilir. Ancak Alevilik soya bağlıdır ve istemekle Alevi olunmaz.
Anne-Babanın da Alevi olması gerekir (Eröz, 1977: 52-56; Keskin, 2009: 22-24; Çiftçi, 2011:
162; Yılmaz, 2010: 32, 34).
Bizler hala din öğretiminde öğrencilerimizin ve yetişkinlerin enerjilerini Farz, Vacip,
Mekruh, Ahiret, Melek vb. kavramların öğrenilmesine veya ezberlenmesine harcıyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığının en son ve güncellenmiş iki ciltlik ilmihaline bakmak yeterli. İşte
o ilmihalden bazı kavramlar: Mükellefiyet ve Hüküm, Vaz’i Hüküm, Teklifi Hüküm,
Mendup, Müstehab, Mekruh, Tahrimen Mekruh, Tenzihen Mekruh vb. (TDV İlmihal-,I). Her
ders yılı başlangıcında da bunları tekrarla işe başlıyoruz. Besmelenin dahi her mealde, dini
kitapta ve din dersi kitaplarında ortak bir anlamının olmadığını görebiliriz. Hala “Vacip”
kavramının anlamını anlaşılır bir şekilde yapamadığımızı söyleyebiliriz. Kur’an öğretme
sadece harfleri, kelimeleri, tecvid kaidelerine uygun ve seri şekilde okumak olarak
anlaşılmaktadır. Peltek harfleri çıkartmak için öğrencilerin günlerce uğraştığını biliyoruz.
Ama içinde bu harflerden birisi bulunan herhangi bir kelimenin anlamını öğretmeyiz.
Sonuç ve Öneriler
Türklerin Müslüman olması tarihin en önemli olaylarından biridir. Hem Türkler hem
de İslamiyet bu birliktelikten büyük faydalar görmüşlerdir. Hatta Türk Milleti yüzyıllar
boyunca İslam’ı hem daha iyi anlamış, hem de bayraktarlığını, savunuculuğunu yapmıştır. İlk
dönemlerde orijinal kaynaklar yerine, ikinci elden kaynaklarla dini öğrenen Türkler daha
sonra Doğu Rönesansı denilen bir aydınlanma hareketi ile dini öz kaynağından ve kendi
yetiştirdiği âlimlerden öğrenme imkânı bulmuş, başka medeniyet ve kültürleri de
etkilemişlerdir. Türk eğitim sisteminin İbn-i Sina, Farabi, Maturidi, Buhari, Tirmizi, Ahmet
Yesevi gibi düşünürleri yetiştirmesi de başlı başına bir İnkılaptır. Bu düşünürlerin eserleri ve
yorumları Türk Milletine öz benliğini kazandırmış, İslam medeniyetine, kültürüne,
mimarisine, eğitimine, teknolojisine büyük katkılar yapmıştır. Aradan geçen süre içerisinde
Türklerin geniş topraklara yayılması, başka kültürlerle ve özellikle Arap-Fars kültürüyle
karşılaşması her alanda bu kültürlerin etkisinde kalma sonucunu doğurmuştur. Arap ve Fars
kültürü ve bu kültürün temsilcileri olanlar kasıtlı olarak İslam’ın Türk yorumunu, bu yorumun
temelini atan düşünürleri ikinci plana atmışlar, unutturmaya çalışmışlardır.
Yaygın dini anlayış, sorgulamayı, aklı kullanmayı, geleneği, bölgesel şartları dikkate
almadan toptancı bir yaklaşımla; dünyanın her yerinde her topluluğa, her şartta aynı
hükümleri dayatmışlar, aklı kullananları, sorgulayanları tekfir etmişlerdir. Maturidilikte en
önemli kaide amelin imandan bir cüz (kısım) olmaması ve aklın değeridir. Sadece bu iki kaide
dahi bugün İslam Dünyası’nın yaşadığı çoğu problemin çözümü için yeterlidir. Son
dönemlerde sıkça yaşadığımız kadın ve çocuklara karşı şiddet, taciz olayları da azalacaktır.
İnsanların uyanmasını, düşünmesini ve sorgulamasını istemeyen selefi anlayış elbette
bunlardan rahatsız olacaktır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda böyle bir anlayışın hayata
geçirilmesi çabalarını, bu doğrultuda temel kaynakların yazıldığını görüyoruz. Maalesef bu
anlayış uzun süre devam edememiştir. Yetişkinler olarak “Rol Model” lik yapamadığımız
sürece, kadın ve çocuklara karşı işlenen suçlar azalmayacaktır. Teori ve söylem önemlidir,
ancak uygulama olmadan fazla değeri yoktur. Şu çalışmaların yapılması dini problemlerin
çözümüne katkı sağlayacağı ümidindeyiz:
Kur’an-ı Kerim’in itikat, ibadet ve ahlaki konuları içeren bölümleri (zor ve ayrıntılı konulara
girmeden) güzel bir Türkçe ile özetlenmeli ve herkesin ulaşabileceği bir başucu kitabı olarak
dağıtılmalıdır. Aynı şekilde sahih sünnete ait çalışmalar yapılmalıdır.
İslam’ın Türk yorumu diyebileceğimiz bilginler ve eserleri ayrıntılı olarak öğrencilere
tanıtılmalı, anlatılmalıdır.
Dinin öğretileri tüm insanlara “hayati yardım” şeklinde sunulabilmeli, ilgili kurumlar bu
konuda aktif rol almalıdır.
Klasik ilmihal anlayışı terkedilmeli, müjdeleyici, sevdirici ve özendirici metotlarla yenileri
yazılmalıdır.
Avrupa’da Rönesans, herkesin kutsal kitabı kendi diliyle okuyup anlaması sonrasında
gerçekleşmiştir. Aynı şeyi biz de gerçekleştirebiliriz. O zaman dini yanlış yorumlayanlar,
menfaatlerine alet edenler ve sapkınlar kendiliğinden kaybolacaklardır. Güneşin doğduğu
yerlerde ne ayın ne de yıldızların hükmü olmaz. Atatürk ne güzel söylemiş: “Bir milletin
medeniyetini ölçmek istiyor musunuz; kadınlarına nasıl muamele edildiğine bakınız”.
BİBLİYOGRAFYA:
BARDAKOĞLU, Ali, İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme. Kuramer Yayınları,
İstanbul 2017.
BİLGİN, Beyza, İslamda Kadının Rolü Türkiye’de Kadın, Sinemis Yayınları, Ankara 2014.
BİLGİN, Beyza, “Ahlak Terbiyesinde Dini Hikâyeler”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi,
S.1, İstanbul 1994.
BİLGİN, Beyza, “İslam’da ve Türkiye’de Kadınlar”, AÜİF Dergisi, C.XXXVI, Ankara 1997.
BOZKUŞ, Metin. Anadolu’da İslam ve Mezhepler, Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
HATİPOĞLU, Mehmet, “İslam’ın Kadına Bakışı”, İslami Araştırmalar Dergisi, C.5, Ankara
1991.
ERÖZ, Mehmet, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik. Otağ Yayınları, İstanbul 1977.
FIĞLALI, E. Ruhi, Çağımızda İtikâdi İslam Mezhepleri. Selçuk Yayınları, Ankara 1987.
GÖMEÇ, S.Yağmur, Türk Kültürünün Ana Hatları. Berikan Yayınevi, Ankara 2014.
GÜNAY, Ünver – Güngör, Harun, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi. Rağbet
Yayıları, Ankara 2007.

HACI BEKTAŞ-I VELİ, Makâlât. (A. Yılmaz, M. Akkuş, Ali Öztürk, Haz.). TDV Yayınları,
Ankara 2007.
KÖKSAL, M.Asım, İslam Tarihi, C.4, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981.
KUTLU, Sönmez, . Alevilik-Bektaşilik Yazıları. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2006.

KUTLU, Sönmez. Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, İstanbul 2011.
OCAK, Ahmet, Nizamiye Medreseleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İÜSBE, Malatya
1993.
OCAK, A.Yaşar. Türkler, Türkiye ve İslam. İletişim Yayınları, İstanbul 1999.
OCAK, A.Yaşar, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası (Makaleler-İncelemeler),
Timaş Yayınları, İstanbul 2010.
OCAK, A.Yaşar, Türk Sûfiliğine Bakışlar. İletişim Yayınları, İstanbul 1996.
Ocak, A. Yaşar. Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri. İletişim Yayınları,
İstanbul 2000.
ÖNDER, Mustafa, Eğitim Biliminin Temelini Atan Düşünür: İbn-i Sina, Son Çağ Yayınları,
Ankara 2019.
ÖNDER, Mustafa, “İslam’ın İlk Yıllarında Kadın Eğitimi”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.13, S.1, Bolu 2013.
ÖNDER, Mustafa, “Alevilik Tartışmaları Üzerine”, ZfWT Dergisi, Vol. 9 No. 2, Münih 2017.
ÖNDER, Mustafa. “Millî Mücadele Yıllarında Atatürk, Dini Yayınlar ve Din Adamları”.
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17 (1), Elazığ 2012.
SARIKAYA, M.S, Anadolu Aleviliğinin Tarihi Arka Planı. Frida Yayınları, İstanbul 2012.
SARIKOYUNCU, Ali, Atatürk Din ve Din Adamları. TDV Yayınları, Ankara 2004.
SELÇUK, Mualla. Din Öğretiminin Kuramsal Temelleri. Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar.
MEB Yayınları, İstanbul 2000.
TANYU, Hikmet. İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. AÜİF Yayınları, Ankara
1981.
TDV İslam Ansiklopedisi. 18.Cilt, “Hüseyin” Maddesi, 27.Cilt, “Maktel-i Hüseyin” Maddesi,
25. Cilt, “Kerbela” Maddesi, İstanbul: TDV Yayınları, İstanbul 1998-2003.
TDV İslam Ansiklopedisi, C.36, TDV Yayınları, İstanbul 2009.
TDV İlmihal I-II, TDV Yayınları, Ankara 2005.
TUKSAL, Hidayet Şefkatli, Kadın Karşıtı Söylemin İslam geleneğindeki İzdüşümleri,
Kitabiyat Yayınları, Ankara 2000.
ÜZÜM, İlyas. Günümüz Aleviliği. İsam Yayınları, İstanbul 1997.
ÜZÜM, İlyas. Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik. İsam Yayınları, İstanbul 2007.
YILMAZ, Hüseyin, “Alevilik-Sünnilik Açısından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri”.
CÜİF Dergisi, XIII (2), Sivas 2009.
YILMAZ, Hüseyin. Alevi-Sünni Diyalogu (Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme),
Asitan Yayıncılık, Sivas 2011.
YÖRÜKAN, Y.Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar. (T. Yörükan, Haz.). Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

“BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE” KİTABINA FİNLANDİYA-TÜRKİYE ÖRNEKLEMİNDE EĞİTİM TEMELLİ BİR BAKIŞ “IN THE LAND OF WHITE LILIES” OF BOOKS EDUCATION AT A GLANCE

Özet Anahtar Kelimeler
Bugün dünyanın çeşitli bölgelerindeki demokratik düzene ve ekonomik gelişmişliğe sahip birçok
ülke mevcut konumlarına büyük mücadeleler vererek gelmişlerdir. Bu durumun en önemli örneği
Finlandiya’dır. İsveç’in ve Rusya’nın yönetimi altında uzun yıllarını cehalet, sefalet, yokluk,
hastalıklarla boğuşarak geçiren Finlandiya, çözümü her zaman olduğu gibi eğitimde bulmuş;
toplumun her kesiminden sayıları az da olsa aydınların yaktıkları ışıkla bir uyanış başlamış ve bu
günlere gelmiştir. Bu gün özellikle eğitim, demokrasi ve toplumsal refah konusunda dünyanın
örnek ülkelerinden biri haline gelen Finlandiya, çok verimli toprakları, zengin yeraltı kaynakları
ve sanayisi olmadan bu başarıya imza atmıştır.
Aslında Finlandiya’nın bağımsızlığını kazandığı yıllardaki durumu ile Türkiye’nin durumu
benzerlik göstermektedir. Kurtuluş savaşı yılları ve sonrasında Anadolu’da yokluk, sefalet,
cehalet ve hastalıklarla mücadele ediliyordu. Bizim ülkemizde de etrafını uyandıracak,
aydınlatacak, cehaletin, yokluğun, hastalığın üstesinden nasıl gelineceğini gösterecek tıpkı
Finlandiya’da olduğu gibi rol model kişilere ihtiyaç vardı. Başta eğitimciler olmak üzere,
akademisyenler, din adamları ve üreticilerin içinden çıkan “yaşam mimarı” olarak
nitelendirebileceğimiz bazı kişiler modern Finlandiya’nın kuruluşunun en önemli unsurları
olmuşlardır.
İki ülke arasındaki bu benzerliği ve Finlandiya’nın problemlerini nasıl çözdüğünü anlatan
Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabını ayrıntıları ile bilen Mustafa Kemal
Atatürk, söz konusu kitabın başta askeri okullar olmak üzere tüm okulların müfredatına
konulmasını istemiştir. Amacı Türk Gençliğinin yeni bir silkiniş, aydınlanma ve çalışma ile
Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır medeniyetler seviyesine çıkartmaktır. O yıllarda bahse konu kitap
hayli ilgi görmüş, en çok okunanlar listesinde ilk sıralarda yer almıştır. Kitap Finlandiya’yı
anlattığı için değil, ülkemizin o günkü durumuna ayna tutarak, problemlerin tespiti, nasıl
çözülebileceğinin örneklerini sunması açısından değerlidir. Biz, teorik bir çalışma olan
tebliğimizde kitabın ayrıntılarını inceleyerek, eğitim temeline oturmayan hiçbir projenin kalıcı ve
gerçekçi olmayacağını yer yer Türkiye-Finlandiya örneklemi üzerinden ortaya koymaya çalıştık.

Abstract
Today, many countries with democratic order and economic development in various regions of
the world have come to their present position by giving great struggles. The most important
example of this situation is Finland. Finland, which spent many years under the leadership of
Sweden and Russia struggling with ignorance, misery, absence and disease, found the solution in
education as always. Finland, which has become one of the exemplary countries of the world in
the field of education, democracy and social welfare, has achieved this success without its fertile
lands, its rich underground resources and its industry. In fact, the situation of Finland in the years
when it gained independence is similar to the situation of Turkey. During the years of the war of
independence and then Anatolia was struggling with poverty, misery, ignorance and diseases. In
our country, there was a need for role-playing people, just like in Finland, to wake up, to light up,
to show how ignorance, ignorance, disease can be overcome. Some of the most important
elements of the establishment of modern Finland, especially educators, academics, clergy and
producers, were the “architect of life”. Knowing the details of Grigoriy Petrov’s book “in the land
of white lilies”, Atatürk wanted to be put into the curriculum of all schools, especially military
schools. The aim of the Turkish youth is to bring the Republic of Turkey to the level of
contemporary civilizations with a new silhouette, enlightenment and work. In those years, the
book was very interesting and ranked first in the most widely read list. The book is valuable not
because it tells Finland, but because it mirrors our country’s current situation and provides
examples of how problems can be solved. We examined the details of the book in our paper,
which is a theoretical study, and tried to present it through the sample of Turkey-Finland, where
no project that does not fit on the basis of Education will not be permanent and realistic.

A- GİRİŞ
Finlandiya yer altı zenginliklerinin fazla olmadığı, topraklarının 2/3 lük bölümü
ormanlarla kaplı bir kuzey ülkesidir. Ülke topraklarının sadece % 9 u tarıma elverişlidir. En
önemli gelir kaynağı orman ürünleri ve kâğıt ham maddesidir. Avrupa ülkelerinin kâğıt
ihtiyacını büyük oranda Finlandiya karşılar. Fince Türkçe gibi Ural-Altay gurubu dillere
dâhildir bu yüzden aralarında benzerlikler vardır. Finliler ilk defa Tatar asıllı Müslümanların
ticaret amacı ile bölgeye gelmeleriyle İslam’la tanışmışlardır. Bugün ülkede örgütlenmiş bin
kadar tatar Türkü, sonraki dönemlerde gelen diğer Müslümanlar ve Türk vatandaşları ile birlikte
on iki bin civarında Müslüman yaşamaktadır. Tatar Türkleri kurdukları dernekler vasıtası ile
Türk dünyasının ünlü bilginleri Reşit Rahmeti Arat, Sadri Maksudi Arsal, Abdullah Battal
Taymas, Akdes Nimet Kurat ve Musa Carullah Bigiyef’in görüşlerinden yararlanmışlardır.
Finlandiya’da İslami ilimler araştırma enstitüleri ve doğu dilleri bölümleri üniversitelerde
mevcuttur. (DİA. XIII: 111-114).

1- Neden Bu Kitap?
Öncelikle çalışmamızda faydalandığımız kitabın Elnur Osmanov tarafından Rusça’dan
çevrilen ve 2018 de Koridor Yayınları tarafından basılan nüsha olduğunu belirtmeliyim. Kitap,
Bulgaristan, Yugoslavya, Türkiye’de çok ilgi görmüştür. İlk tercüme edildiği yıllarda
ülkemizde Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap olmuştur. Türkçeye 1928 yılında
Bulgarca’dan çevrilmiştir. En az 16 baskı yapmıştır. Her baskı 12-25 bin arasıdır. Kitabın ana
fikri her insanın «yaşam mimarı» olabileceği, toplumsal sorumluluklarına ciddi bir şekilde
sahip çıkabileceği, kötülüklerin olmadığı, mükemmel bir toplum düzeninin kurulabileceğine
olan inancını Finlandiya örneği üzerinden ayrıntıları ile incelemesidir. Aynı idealizmin savaştan
çıkmış, yorgun, fakir, cahil, yoksul Anadolu halkı için de iyi bir reçete olacağını düşünen
Atatürk, kitabın her okulda okutulmasını bu yüzden istemiştir. 1960 yılında Cemal Gürsel
önderliğinde yapılan askeri darbeden birkaç ay sonra subaylar arasında bir anket yapılmıştı.
Anketteki sorulardan birisi «Sizi en çok etkileyen kitap hangisidir?» idi. Beyaz Zambaklar
Ülkesinde» kitabı ankette birinci olmuştu. Kitap bir Milletin kendi küllerinden nasıl doğacağını
anlatıyor.
Finlandiya 19. yüzyılın başlarına kadar yaklaşık altı asırdan fazla bir süre İsveç
Krallığı’nın kontrolünde kalmıştır., Napolyon Savasları (1803-1815) sırasında, 1809 yılında
Rus Çarlığı tarafından ele geçirilen Finlandiya, bağımsızlığına ancak I. Dünya Savası’nın patlak
vermesinden ve Rus Çarlığı’nın sonunu getiren Ekim Devrimi’nden sonra 6 Aralık 1917’de
kavusur. (Musa, 2012:222). Petrov’un neden Finlandiya örneğini seçtiğine gelince: öncelikle
yazar Finlandiya’nın her tarafını gezmiş ve yakından tanımıştır. Bu topraklara karşı daima bir
yakınlık, samimiyet, hayranlık ve sıcaklık beslemesi diğer bir nedendir. 20. Yüzyılın başlarında
liberal Rus aydınlarının önemli bir çoğunluğu özerk bölge olan Suomi’ye (Finlandiya)
hayranlık ve sempati duymaktaydı. Kendine ait bir anayasası, kendi kendini yönetme hakkının
yanında, 19. Yüzyılın sonlarına doğru kendi para birimi, vatandaşlık, gümrük sistemi, yönetim
kurumları ile adeta Batı Avrupa standartlarında bir ülke olmuştu. Özellikle hukukun ve
yasaların üstünlüğü açısından bütün Ruslar için bir cazibe merkezi, problemlerle boğuşan
Rusya’nın tam tersi bir görünüm arz ediyordu (Petrov, 2018: 23-25).
Şu anda Finlandiya’da Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabının fazla tanınmadığını
söylemek mümkündür. Bunun nedeni yazar Grigoriy Petrov’un Rus olması, kitabın Rusça,
Bulgarca basılması ve diğer dillere bu dillerden tercüme edilmesi olabilir.

III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabının 1928 yılında yapılan ilk tercümesi (Eski
Türkçe)
B- GRİGORİY PETROV KİMDİR?
1866 da St. Petersburg’a bağlı Yamburg’ta doğdu. Fakir bir ailenin çocuğuydu. St.
Petersburg’ta önce Ruhban Okulu’nu, sonra İlahiyat Akademisini bitirdi. Eğitimciliğe büyük
ilgi duyan Petrov, liselerde ve askeri okullarda konferanslar vermeye başladı. Kısa sürede
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

meşhur oldu. Genç, yetenekli ve hitabeti düzgün bir papaz olarak ün saldı. Rusya’nın yaşadığı
toplumsal hayattaki durgunluğu eleştirmiş, halkın zor koşullarda yaşadığını vurgulayarak; her
kesimden aydınların bu problemlerin çözümü için çalışmasını ve hayatlarını bu konuya
adamalarını tavsiye ediyordu. Bir Ortadoks Papazın bu görüşleri kiliseyi rahatsız etmişti.
Kilise’nin tavrı ve sansürü Petrov’un meslekten ayrılması ile sonuçlandı.
1898 yılında yazdığı «Hayatın Temeli Olarak Kutsal Kitaplar» adlı eseri çok büyük ilgi
gördü. Kilisenin de yenilenmesi gerektiğini savunan Petrov’un ünvanı elinden alınarak sürgün
edildi. Bütün bunlar onun ününü daha da arttırdı. Uzun yıllar gözetim altında tutuldu. Ama
konferanslarını sürdürdü. Dinleyen herkesi etkiledi. Gençlere şöyle sesleniyordu: “Siz
nasılsanız Rusya da öyle olacaktır. İşe önce kendinizden başlayın. Emek sarfetmeden bir şeyi
değiştirmek mümkün değildir. Kötülükle ve cehaletle mücadele edin”. Petrov’un bu kadar
başarılı olmasındaki esas sebep: Konuşmalarında ve yazılarında Rusya’da hayatın gerçekleri
üzerinde durması, anlattıkları ile gerçek yaşamın birbiri ile örtüşmesidir.
Petrov iki kez evlenmişti. Birinci evliliğinden olan Boris adlı oğlunu savaşta kaybetmesi
onu çok etkilemişti. İkinci evliliğinden ise Marina adlı kızı doğmuştu. Münih’te yaşayan ve
2002 yılında vefat eden Marina, babası hakkında elimizde mevcut bilgilerde büyük pay
sahibidir. Petrov gönüllüler ordusuna katılmış, Kuzey Kafkasya, Kuban ve Kiev’de bulunmuş,
buralarda devrim karşıtı konferanslar vermişti. Kiev’in Bolşeviklerin eline geçmesi üzerine
Kırım’a gitmiş, beyaz ordunun Kırım’ı terk etmeye başladığı 1920 yılının sonlarına doğru
ülkesini terk etmeye karar vermişti. Vapurla İstanbula kadar gelen Petrov, daha sonra
Gelibolu’da bulunan mülteci kampına, oradan da İtalya’nın Trieste şehrine gitti (Petrov,
2018:13-18).

1- Finlandiya-Türkiye İlişkileri
Son dönemlerde ülkeye gelen diğer Müslümanlar ve Türk işçilerini saymazsak
Finlandiya’da yaşayan Türkler genellikle Tatar Müslümanlarıdır. Tatarlar dış dünya ile sürekli
irtibat halinde olmuşlar, birçok düşünürü Finlandiya’ya davet ederek görüşlerinden
faydalanmışlardır. 1880 yılında Kazan-Taşsu köyünde doğdu. Köyün imamı Nizamettin
Maksudi’nin oğludur. Dini ilimleri Kazan’daki Allamiye Medresesinde öğrendi. 1895-1896
yıllarında bir yıl süreyle Kırım’da Gaspıralı İsmail’in talebesi oldu. Genç yaşta İsmail
Gaspıralı’nın yanında bulunmak milli duygularının gelişmesinde önemli rol oynadı. 1901
yılında Kazan’daki Rus Öğretmen Okulu’nu bitirerek Paris’e gitti. Hukuk Fakültesine kaydoldu
ve burada Yusuf Akçura ve Yahya Kemal’le tanıştı. Sorbon Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi
gördü. 1905 yılında memleketine döndü. 1907-1912 yılları arasında Rus Çarlığı parlamentosu
olan Duma’da milletvekilliği yaptı. Mecliste yaptığı ateşli konuşmalarla Rusya Türklerinin ve
Osmanlı Devletinin haklarını savundu. 1917 Ekim ihtilaliyle Çarlık Rusyası sona erdi,
Sovyetler Birliği kuruldu. 22 Temmuz 1917 tarihinde İç Rusya ve Sibirya Millî-Medenî Türk-
Tatar Muhtariyeti kuruldu. Sadri Maksudi bu özerk devletin meclis ve devlet başkanı oldu.
Böylece 1552’den beri Rus tutsaklığı altında bulunan Tatar Türklerinin, kısa süreli olsa da, İdil-
Ural devletinin ilk cumhurbaşkanlığını yaptı. Rus komünistleri, 1917-1920 arasında kurulan
bütün özerk veya bağımsız Türk devletlerini yıktı.
Sadri Maksudi köylü kılığına girerek Finlandiya’ya geçmek zorunda kaldı. Finlandiya’ya
geçişi ve ikameti, bugün de mevcut olan Finlandiya Türk Tatar Cemaati tarafından sağlandı.
Oradan Paris’e geçerek Sorbonne üniversitesinde dersler verdi.1920-1925 yılları arasında Sadri
Maksudi Paris Barış Konferansı’nda Türklerin haklarını savundu. Sorbonne Üniversitesi’nde
dersler verdi. Atatürk ve maarif vekili Hamdullah Suphi tarafından Türkiye’ye davet edilince
ailesiyle birlikte Ankara’ya geldi. Hukuk Fakültesi’nde Türk Hukuk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu.
1925 yılından 1950 yılına kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültelerinde hukuk tarihi, Türk
Hukuk Tarihi, Hukuk Felsefesi derslerini verdi. Hukukçu olmasına rağmen Türk Tarihi’ne
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

büyük ilgi duydu. Türk Ocakları’nın 1930 yılında yapılan kurultayında yalnız tarihle uğraşacak
bir encümen veya akademinin kurulması fikri Afet İnan tarafından desteklenince bugünkü Türk
Tarih Kurumu’nun temeli atılmış oldu. 1931-1939 yılları ile 1950-1954 yılları arasında üç
dönem milletvekilliği yaptı. 1950-1951 yıllarında Türk Parlamento Grubu Başkanı olarak
Avrupa Konseyi’nde Türkiye’yi temsil etti. Türk Dili İçin, Milliyet Duygusunun Sosyolojik
esasları, Maişet, Orta asya Türk Devletleri, Hukuk Tarihi dersleri, Umumi Hukuk Tarihi,
Hukuk Felsefesi Tarihi önemli eserleridir. 20 Şubat 1957 tarihinde vefat etti. (Akpınar, TDVİA,
C.3, s.396,397; https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=4462).
Bolşevik İhtilali’nden sonra çok zorlu koşullar altında Finlandiya’ya geçebilen Sadri
Maksudi Arsal, oturma izni almak istemektedir, ancak ülkede Rusya ile bağlantısı bulunan hiç
kimseye kesinlikle oturma izni verilmemektedir. Rivayete göre Sadri Maksudi dönemin
Finlandiya İçişleri Bakanına gider:
– Biz Rus değiliz, sizinle aynı ırktanız. Hatta vaktiyle Duma’da, bizim mebuslarımız sizin
de haklarınızı savundular. Ama şu an siz bizim kısa bir müddet kalmamıza bile izin
vermiyorsunuz. (Rus Hükümeti, 1910 yılında, egemenliği altında bulunan Finlandiya’nın
muhtariyetini biraz daha sınırlandırmak için bir kanun hazırlar. Bu kanun görüşülürken, Sadri
Maksudi Arsal Finlandiya’nın muhtariyetini hararetle savunan bir konuşma yapmıştır).
– Evet hatırlıyorum der bakan. Duma’da Sadri Maksudi diye biri bizi müdafaa etmişti…
O pek muhterem ırkdaşımızı tanıyor musunuz? Acaba şimdi nerededir?
– İşte karşınızda diye cevap verir Sadri Maksudi.
– Siz ha ! Siz misiniz? Niçin daha evvel söylemediniz?
Bakan Sadri Maksudi’yi kucaklar, özür diler ve bir müddet sonra ikamet belgesini bizzat
kendisi Sadri Maksudi’nin kaldığı yere getirir ve O’na hükümetin misafiri olduğunu söyler.
1918-19 yıllarında Sadri Maksudi Finlandiya Türklerinin sayesinde hayatının en rahat
dönemlerinden birini yaşar. Finlandiya ile Türkiye arasında kültürel benzerlikler dikkat
çekmektedir. Aynı kökten olduğumuza dair güçlü deliller vardır. Benzer kelimeler, kavramlar
bulunmaktadır. Finlandiya’nın önemli bir şehri “Turku” adını taşımaktadır.
2- Eğitim
Petrov kitabının başlangıç bölümünde tarihi Moskova Tiyatro binasının ağaç kazıklar
üzerine yapılmasından dolayı çökmeler ve çatlamalarla yıkılmaya yüz tuttuğunu ve mimarların
bu duruma çare aradığını anlatır. Sonunda binayı yıkmadan ağaç temel kirişlerini bölüm bölüm
büyük granit bloklarla değiştirerek binanın kurtarıldığından bahseder. Petrov burada, eskiyi
tamamen silmeden ve inkar etmeden yeniyi bazı değişiklik ve düzenlemelerle üzerine ilave
etmekten, reformdan bahsetmektedir. Finlandiya’daki değişim ve gelişim Eğitim alanında
yapılan reformlarla başlamıştır. «Cumartesi Derneği» öncülüğünde başlatılan yeni yapılanma
ilk kez Helsinki Lisesi nde uygulanmış, başarılı olunca ülkeye yayılmıştı. Eğitimde ders
çeşitliliği azdır. Günlük ders sayısı da azdır. Teneffüsler uzundur ve öğrenciler teneffüslerde de
öğrenmeye devam ederler. Spor, Güzel sanatlar, yazılım vb. etkinlikler için altyapı yeterlidir.
Okul binaları, genişlik, hijyen, aydınlatma, havalandırma, geniş koridorlar, rahat ve kullanışlı
sıralar, güvenli ve geniş avluları ile gözde yapılardır. Gelirin önemli bir bölümü okullara
ayrılmaktadır. Finlandiyalılar: «Bizim madenlerimiz, doğal zenginliklerimiz yoktur. Ama
onlardan daha önemli eğitim madenlerimiz ve fabrikalarımız vardır. Buralarda kaliteli, çalışkan
ve yurtsever nesiller yetiştiriyoruz» derler. Öğretmenler idealist ve örnektirler. Kahramanlardan
biri olan Snelman bir düşünür ve filozoftu. Yaşamı boyunca ülkesinin kalkınması için adeta
çırpındı. Snelman ve onun gibi kendisini ülkesine adamış «Halk Öğretmenleri» adeta
«Bataklıklar Ülkesi» olan Finlandiya’yı «Beyaz Zambaklar Ülkesi» ne dönüştürdüler. Snelman,
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

askerlerden, din adamlarından, öğretmenlerden, doktorlardan, iş adamları ve esnaftan oluşan
gönüllüler ordusuyla ülkesinin yoksulluktan, cehaletten, tembellikten kurtulmasında önemli bir
rol oynadı. Bütün kurumların, köylülerin, işçilerin, halk kitlelerinin değişimi ve dönüşümünün
temelinde Eğitim vardır.
Finlandiya eğitim sisteminde okullar, çocukların atlatmaları gereken bir dönem olarak
değil, eğitim ve yaşam alanı olarak kabul edilir. Öğretmen adayları en zeki öğrencilerden değil,
sosyal ve duygusal becerisi yüksek, öğretmenliği seven, karakterli öğrencilerden seçilir. Dersler
kadar teneffüsler de önemlidir ve öğrenciler teneffüslerde de öğrenmeye devam ederler. Altyapı
buna uygundur (Sahlberg, 2018:18,19). Eğitim sisteminin düzelmesi için öncelikle kaliteli
öğretmenler, kaliteli idareciler olmalıdır. İdealist olmayanlar ayıklanmalıdır. Tüm okullarda
aynı programın uygulanması ve tüm öğrencilere aynı sınavın uygulanması yanlıştır. Gardner’ın
çoklu zekâ teorisi sözde kalmamalı ve uygulanmalıdır. Öğrenme süreci her bir öğrenciye
uyacak şekilde kişiselleştirilmeli, çok yönlü öğretim metotları kullanılmalıdır. Uygun yöntem
ve öğrenim desteği olduğu müddetçe her öğrencinin her şeyi öğrenebileceği kabul edilmelidir.
Dewey’in fikir babası olduğu “işbirlikçi öğrenme” hayata geçirilmeli, büyük sınıflarda
öğretmenden ders dinlemek yerine; küçük guruplar halinde gerçek hayata dair meseleler
üzerine kafa yorulmalıdır. Öğretmenlerin birbirlerinin tecrübelerinden yararlanması
sağlanmalıdır (Sahlberg, 2018:24-35).
Finlandiya’da okulda geçirilen zaman ve ev ödevlerine ayrılan zaman diğer ülkelere göre
daha azdır. Derse ve ödeve ayrılan sürenin çok olması, başarının da çok olması anlamına
gelmiyor. Ülkede hiç ev ödevi verilmediği doğru değildir. Ama verilen ödevler kısa sürede
bitecek şekilde ve asli bir role sahip değil. Uzun teneffüs ve fiziksel aktivite çocukların
başarısına önemli bir katkı sağlamaktadır. Genel istatistiklerden ziyade öğrencileri daha iyi
tanıma fırsatı veren küçük verilere odaklanılmalıdır. Örneklem tabanlı ölçme ve
değerlendirmeler, yerel düzeyde ölçme ve değerlendirmeler, sınıf düzeyinde değerlendirmeler
bize daha somut veriler sunar. OECD tarafından geliştirilen ve bir uluslararası eğitim
değerlendirme programı PISA (The Programme for International Student Assessment-
Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) her üç yılda bir 15 yaş gurubu gençlerin o ülke
tarafından nasıl eğitildiğini ölçmektedir. Fen Bilgisi, Matematik ve okuma becerilerini ölçen
PISA sonuçları aslında okulların öğrencileri modern dünyaya ne derece hazırladığını
sorgulamaktadır. Türkiye her üç alada da maalesef istenilen yerlerde değildir (Şirin,
2019:124,125). Finlandiya ise son yıllarda PISA sonuçlarına göre ilk sıralarda yer almaktadır.
Bunun sebebi dışarıdan müdahale olmadan uygulanan istikrarlı bir programdır. Finlandiya
bugün adeta eğitime yapılan yatırımın meyvelerini toplamakta ve uyguladığı modelle birçok
ülkeye örnek olmaktadır (Sahlberg, 2018:101 vd.). Finlandiya eğitim sisteminde ödevler yaş
gurubu ve sınıflara göre ayarlanmakta, alt sınıflarda daha az, yukarı sınıflarda daha fazla ve
kararında olmaktadır. PISA sonuçlarına göre dünyada en başarılı iki ülke, Finlandiya ve Güney
Kore aynı zamanda en az ödev veren ülkelerdir. Çok ödev çok başarı anlamına gelmemektedir
(Şirin, 2019:153). Bizim ülkemizde de Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yabancı eğitim
uzmanlarının tavsiyeleri de dikkate alınarak kaliteli okullar kurulmuş, kaliteli programlar
uygulanmış ve kaliteli elemanlar yetişmiştir (Türen, 2019). Dewey’in raporları ve “işbirlikçi
öğrenme” modeli bizde de uygulanmış başarılı da olmuştur. Ancak eğitime yapılan siyasi
müdahaleler bu başarıları bitirmiştir (Akyüz, 2013: 393-397; Önder, 2014:216,217,238,239).
3- Aileleler ve Çocuklar
Petrov anne ve babaların günlük rutin işlerinden fırsat bulamadıkları için çocuklarıyla
fazla ilgilenemediklerinden bahseder. Çocukluk dönemi, çocuk aklı ve kalbinin boş bir tarlaya
benzediğini, oraya bakım yapılıp iyi tohumlar ekilmezse sadece kuru laflarla çocukların
eğitilemeyeceğini söyler. Aile terbiyesi ve ortamı çok önemlidir, zihinsel ve manevi açıdan
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

sağlıklı olması gerekir. Çocuklara yalan söyleme, kimseyi kandırma, şu işi yaparsan günah olur
sözlerinin etkili olabilmesi için öncelikle yetişkin aile fertlerinin bunları yapmaması gerekir.
Çocukların müthiş bir hissetme kabiliyeti vardır. Anne ve babalarının çelişkili davranışlarını
hissettiklerinde onlara saygıları azaldığı gibi, söylediklerini de dikkate almamaya başlarlar.
Petrov çocukların eğitimi ile ilgili bir metafor kullanarak mesajlarını bu metafor üzerinden
vermeye çalışır. Hz. Musa çobanlık yaparken bir çalının sürekli yandığını ama bu yangının bir
türlü bitmediğini görür. Nedenini anlamak için yaklaştığında gizliden bir ses duyar: ”Ey Musa
ayakkabılarını çıkar, çünkü şu an bastığın topraklar kutsaldır”. Çocuk eğitiminin çok önemli bir
iş olduğunu belirten Petrov; aynen Musa kıssasında olduğu gibi, bu eğitimin kirli kalplerle,
dağınık ve pejmürde bir hayatla, yalanla, içki vb. kötü alışkanlıklarla yapılamayacağını söyler.
Kavga, hırs, açgözlülük gibi davranışlar sergilendiğinde ahlaklı çocuklar yetiştirmek mümkün
değildir diyerek Tolstoy’dan şu alıntıyı yapar: “Hayattaki aşırı düzensizliğin başlıca
nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya çalışması, fakat hiç kimsenin
hayatın kendini düzene sokmak istememesidir” (Petrov, 2018:123-128).
Fin halk kahramanı Snelman’ın bu tür konuşmaları etkili olmuş, aileler kendilerine bir
çeki düzen vermeye karar vermişlerdi. Kurdukları ebeveyn toplulukları vasıtası ile bir araya
geliyorlar, tecrübelerini, eksiklerini ve çocuk terbiyesini konuşup uygulamaya çalışıyorlardı.
Öğretmenlerin de katkısı ile Fin aile yapısı değişmeye, vatansever ve manevi değerlere sahip
nesiller yetişmeye başladı. Modern Finlandiya’nın oluşmasında bu nesiller katkı sağladılar
(Petrov, 2018:129). Günümüz modern eğitiminde ve ülkemiz eğitiminde yapılması gereken en
önemli değişikliğin aile ve öğretmenlerin rol model davranışlar sergilemesi olduğunu
söylemeye gerek yoktur (Şirin, 2019:67).
4- Din Adamları
Petrov’a göre ülkenin aydınlanması ve kalkınmasında temel dinamiklerden birisi din
adamlarının söylemleri ve din anlayışıdır. Kitapta Snelman’ın ve Papaz Mc’Donald’ın ağzından
din konusunda yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor Petrov: Halkın gerçek anlamda hizmetkârı
olun, sadece kiliseye bağlı memurlar olarak kalmayın. Göreviniz sadece dini törenler yapmak,
kilise kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığını takip etmek ve dua etmek değildir. Bütün
Peygamberler halkın içindedir. İnsanlara öncelikle sevgiyi, dürüstlüğü, çalışmayı, temizliği ve
yardımlaşmayı uygulayarak anlatmışlardır. Halka süslü ve tekrarlanan cümlelerle vaaz etmeyin.
İçten ve ruhlarını uyandıracak şeyler söyleyin. Sizler de bu toplumun bir parçasısınız. Gökten
inmediniz. Ama kilise ve dine karşı halkın ilgisizliğinin artmasında hiç suçunuz yok mu?
Siz kendi aranızda bir ruhban sınıfı oluşturup halktan uzaklaşmışsınız. Din insanların
ilişkilerinden tutun da, tarladaki ürününe kadar her yerde bağlantıda olduğu duygudur.
Kitaplarda yer alan soyut kurallar ve gösterişli ayinlerin karışımı din değildir. Şu anda ülkedeki
dini kurumlar ve din adamlarının görüntüsü, dükkânların veya işyerlerinin önlerine asılan
reklam tabelaları gibidir. Gerçeği aratmayan bu görüntülerin hiç biri (ekmek, içecek, tavuk,
araba vs) hakiki değildir, yapmadır. Yenilmez, içilmez ve kullanılmaz. Siz sobanın içini kaliteli
yakacakla doldurur ve bir kıvılcım çakarsanız, o soba ne yapacağını kimseye sormaz. Yanar ve
etrafını ısıtır. İnsanların içine, ahlakı, sevmeyi, çalışmayı koyun, gerisi kendiliğinden
gelecektir. Alışılmış ve eskimiş kalıpları yıkmadan, sorgulamadan bu olmaz.
Petrov kitabında örnek din adamı olarak Papaz Mc. Donald ve eserinden bahsetmektedir.
Büyük etki yaratan ve “Güneş Kitabı” olarak ünlenen eserinde Katolik din adamlarının ve
kilisenin durumunu eleştiriyor, dini aydınlanmada Lutherci akımın etkisi ile protestan
kilisesinden yana tavır koyuyordu. Mc. Donald’lar aile olarak örnek ve ilkeli davranışları ile
herkesin takdirini kazanmış, papaz olan Luca Mc. Donald aldığı eğitim ve bildiği yabancı diller
sayesinde dünya literatürüne hâkimdi. Felsefe, ekonomi ve astronomi ve jeolojiye de hâkimdi.
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

Ülkemizdeki duruma baktığımızda Petrov’un söylemlerinin haklı yanlarının hayli fazla
olduğunu görürüz. Yüz bine yaklaşan cami sayısı, otuz bin civarında Kur’an Kursu, yüz kırk
bine yaklaşan Diyanet personelini dikkate alarak bazı öngörülerde bulunmak zor değildir. Bu
kadar personel ve kurum ile ülke kalkınmasına, aydınlanmaya ve sosyal barışa çok ciddi
katkılar yapılabilir. Alışılmışın dışına çıkarak ve geleneksel adetlerden, söylemlerden vaz
geçerek, bizim adeta milli din anlayışımız olan Maturidilik felsefesini okullarda, camilerde,
Kur’an Kursları’nda öğretim konusu yaparak, ithal dini yorumlardan ve bunların gençliği
uyuşturan söylemlerinden kurtulabiliriz. Atatürk ve arkadaşları Cumhuriyetin kuruluş
yıllarında hemen hemen hiç Türkçe dini eser olmaması, din adına hurafelerin yaygın şekilde
uygulanması, halkın dinini birinci kaynaklardan öğrenmesi için çok ciddi çalışmalar
yapmışlardır. Elmalı’lı Hamdi Yazır’a tefsir, Babanzade Ahmed Naim ve Kamil Miras’a hadis
ve Mehmet Akif’e (sonradan vaz geçti) Kur’an Meali yazdırılması TBMM tarafından
kararlaştırılmış, bu eserler basılarak dağıtılmış ve hala kaynak kitap olma özellikleri devam
etmektedir. Bu çalışmaların yanında, hutbelerin Türkçe okunmaya başlaması dinin doğru
kaynaktan, doğru anlaşılması için gerçek bir reform niteliğindedir. Ama sonraki dönemlerde
devam ettirilememiştir (Önder, 2012:77,79; Okutan, 2019:233 vd.).
5- Futbol
Petrov’un ilginç görüşleri vardır. Bunlardan birisi de Futbol ile ilgilidir. Haklılık payının
olduğunu belirtmek gerekir. Başta içki, giyim tarzı, traş şeklinden tutun da, at yarışları ve futbol
bunlardan bazılarıdır. Futbol öylesine yayıldı ki, bütün Avrupa’yı ve Dünyayı etkisi altına aldı
ve adeta bir “din” oldu. Bu etki artarak günümüzde devam etmektedir. Dünyanın en fazla
seyircili, en fazla paralı spor dalı futboldur. Bütün gençler hayranlık duydukları takımlar uğruna
her şeylerini feda edecek durumdadır. Büyük statlar milyonlarca insanı adeta beşikler gibi
sallamakta ve uyutmaktadır. Futbol akıl gücünden ve üretmeden ziyade fizik gücüne dayanır.
Maalesef çok zeki beyinleri uyuşturabilmektedir.
Finlandiya gençliği de aynı tuzağa düşmüştür. Futbol sadece sahada oynanır ve biter,
hayat dışarıdadır. Finlandiya’nın sadece top peşinde koşacak gençlerden ziyade, ülkenin
ekonomik, sosyal, düşünsel ve manevi dinamiklerini harekete geçirecek ve öncülük edecek
şahsiyetlere ihtiyacı vardır. Herkül gibi güçlü bir vücudunuz olsun ama Sokrates gibi düşünen
ve üreten bir beyniniz de olsun. İspanya’da zamanla halkın hayali kahramanların maceralarına
bir hastalık derecesinde düşkünlüğünü tenkit için Cervantes’in Don Kişot romanını yazdığını
unutmamak gerekir. Aynı sıkıntıların ülkemizde yaşandığını görmekteyiz (Sahlberg,
2018:114-122). Bilinçsiz bir şekilde milyonların statlarda saatlerini geçirdiği, gençlerin futbol
ve futbolcularla yatıp kalktığı; transfer, loto, toto piyasasında milyarlarca doların döndüğü
ortadadır. Rol model olması gereken sporcular yok denecek kadar azdır. Spora karşı olmak
elbette mümkün değildir. Ülkemizdeki futbol sektörünü göze alırsak Petrov’un haklı olduğunu
anlamak güç değildir.
C- SONUÇ ve ÖNERİLER
Finlandiya ve Türkiye aynı dönemde medeniyet yarışına başlamışlardır. Biz Kurtuluş
savaşından çıktığımız yıllarda onlar da Rusya’nın egemenliğinden kurtulmuşlardı. Şartlarımız
aşağı-yukarı aynıydı. Yokluk, sefalet, hastalık, cehalet, miskinlik ortak problemlerimizdi.
Üstelik Finlandiya da verimli topraklar da yoktu. Orada Grigoriy Petrov-Snelman ve her
kesimden çıkan idealist, vatansever insanların çalışmaları adeta bir dairesel dalga misali her
tarafa yayılmış, problemler tek tek çözülerek Finlandiya kendi küllerinden yeniden doğmuştur.
Bizde de Atatürk ve arkadaşlarının üstün gayretleri ile eğitimde, sanayide, tarımda, dini doğru
anlamada, sağlıkta çok önemli atılımlar yapılmıştır. Ancak bu atılımlar siyasi müdahaleler,
basit hesaplar ve dış güçlerin etkisiyle devam ettirilememiş, teoride kalmaya mahkûm
bırakılmışlardır. Finlandiya’da ise bu tür yanlışlıklar yapılmamış, istikrarlı bir uyanış ve
III. Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal
Bilimler Sempozyumu
III. International World of Turks Symposium
of Social Sciences

aydınlanma hareketi sayesinde bugün Dünyada eğitimde ve toplumsal refah seviyesinde en
önde olan ülkelerdendir.
Bunun sebebi teoriden ziyade uygulamaya ve istikrara önem vermeleridir. Eğitim
Sistemleri iyi insan, iyi vatandaş, üreten ve düşünen vatandaş yetiştirmeye odaklıdır ve yaklaşık
100 yıldır aynı hedefe ilerlemektedir. Biz hala eğitimde deneme sürecindeyiz ve buna devam
ediyoruz. Teorimiz çok iyi olabilir, ancak yeni nesilleri teoriler değil uygulama ve rol model
kişilikler, davranışlar yetiştirir. Mart ayında MEB Antalya’da bazı okullarda Finlandiya
örneğine geçileceğini (40 dk. Ders, 40 dk. Teneffüs) açıkladı. Bu durum bizim eğitim
konusunda hala bocalamaya devam ettiğimizi göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında
yurtdışından gelen uzmanların da görüşleri alınarak kaliteli okullar kurulmuş; buralardan
ülkesine, milletine hizmet eden çok değerli kişiler yetişmiştir. Kısaca söylemek gerekirse biz
kaliteli okullar ve kaliteli eğitimin tecrübesine sahip bir ülkeyiz. Siyasi mülahazalarla eğitim
sistemimize sık sık yapılan müdahaleler maalesef ortaya karışık bir eğitim sisteminin çıkmasına
yol açmıştır. Bizim kültürümüzde öğrencilerimize yeni bir ruh, Türklük bilinci, çalışma azmi
verecek o kadar örneğimiz ve rol modellerimiz vardır ki, saymakla bitmez. Bunların gençlere
tanıtılması, eserlerinin okutulması, ruhlarına ve vicdanlarına seslenecek, ülke sevgisini öne
çıkaran bir eğitim sistemi için hala vakit vardır. Din adına ithal ve modası geçmiş ideolojileri
bir yana bırakarak, İslam’ı en doğru şekilde anlayıp, yorumlayan; aklı ve düşünmeyi ön plana
çıkaran Maturidi’lik anlayışı okullarımızda öğretilmelidir. Sadece camileri, Kur’an Kurslarını
ve buralarda görev yapan personeli yönetmek, belli kalıpların dışına çıkmayan ritüeller icra
etmek, süslü cümlelerden oluşan vaaz ve hutbeler vermekle problemlerin çözülmediğini
asırlardan beri tecrübe ettik. Yeni bir din anlayışına, bize ait bir yoruma ve insanların ruhunu,
ahlakını canlandıracak söylemlere ihtiyaç vardır. Tıpkı Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda
yapılan reformlar gibi. Tek çare Cumhuriyetin fabrika ayarlarına geri dönmekten geçiyor.
Bütün problemler kaliteli eğitim veren okullarla, rol model öğretmenlerle çözülür. Bilgi
bombardımanı yerine kavramlarda yoğunlaşmalıyız.
Öncelikle bir karar vermeli, yetiştireceğimiz insan tipini belirlemeli ve Eğitim
Fabrikası’nın ayarları ile oynamamalıyız. Çocuklardan beklediğimiz davranışları yetişkinler
olarak öncelikle bizler uygulamalı, rol model olduğumuzu unutmamalıyız. Eğitim açık bir
sistemdir, dışarıdan müdahaleye gerek kalmadan kendi kendini düzeltme özelliğine sahiptir.
Denemelerden hiç hoşlanmaz. Finlandiya ile farkımız da buradadır.
BİBLİYOGRAFYA
AKPINAR, Turgut, “Sadri Maksudi Arsal”, maddesi, TDVİA, C.3, s.396,397, İstanbul 1991.
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2015.
http://www.cihandura.com/tr/makale/beyaz-zambaklar-uelkesnde-grgory-petrov
Medium.com adresinde görüntüleyin
Medium.com adresinde görüntüleyin
https://www.kreatifbiri.com/beyaz-zambaklar-ulkesinde-inceleme/
KÜÇÜK, Evren, “ Finlandiya’da Türk Tatar Toplumu”, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi, S.8, 2012.
MUSA, Bağdagül, “Finlandiya Türkologları Türkoloji Çalışmaları Bibliyografyası”, TÜBAR Dergisi, C.XXXII,
Güz 2012.
OKUTAN, Ahmet, Atatürk’ü Doğru Anlamak, Kırk Yayınları, İstanbul 2019.
ÖNDER, Mustafa, “Milli Mücadele Yıllarında Atatürk, Dini Yayınlar ve Din Adamları”, Fırat üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.17/1, ss.75-83, 2012 Elazığ.
ÖNDER, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, Anı Yayıncılık, Ankara 2014.
PETROV, Grigoriy, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Çev: Elnur Osmanov, Koridor Yayıncılık, İstanbul 2018.
SAHLBERG, Pası, Eğitimde Finlandiya Modeli, Çev: Cansen Mavituna, Metropolis Yayıncılık, İstanbul 2018.
SÖNMEZ, Veysel, Öğretmen El Kitabı, Anı Yayıncılık, Ankara2012.
ŞİRİN, Selçuk, Yetişin Çocuklar, Doğan Kitap, İstanbul 2019.
TDV İslam Ansiklopedisi, “Finlandiya” Maddesi, C.13, s.111-116, İstanbul 1996.
TÜREN, A.Özgür, Köy Enstitüleri Dosyası Türk Rönesansı, Destek Yayınları, İstanbul 2019.

TİMUR ve TİMURLULAR DEVLETİNE KARŞI ÖNYARGILI MI BAKIYORUZ? (Türk Eğitim Tarihi Açısından Bir Değerlendirme) ARE WE BIASED AGAINST THE TIMURIAN AND TIMURIAN STATE? (Evaluation In Turkish Education History)

Mustafa ÖNDER
Dr. Öğr. Üyesi, Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Temel Eğitim Bl

ÖZET
Tarihte 16 büyük Türk devleti kurulmuştur. Bunların isimlerini çocuklarımıza öğretiriz, bazılarını
derinlemesine eğitim-öğretim konusu yaparız, devletimizin temsil makamı olan Cumhurbaşkanlığı
forsunda da tarihte kurduğumuz bu devletleri sembolize eden 16 yıldızı kullanmaktayız. Ancak söz
konusu devletlere eşit ve objektif bir anlayışla yaklaştığımızı söylemek mümkün değildir. Bazılarını
bütün ayrıntıları ile inceleyerek göklere çıkarır, buna karşılık bazılarını ya görmezden gelir, ya da
övdüklerimizin gölgesinden gün yüzüne çıkarmayarak ve taraflı yaklaşarak kendi kendimizi aldatmaya
çalışırız. Bu durumun tipik bir örneğini Timur ve Timur İmparatorluğu için yapmaktayız. Türk Eğitim
Tarihi Dersi kapsamında aynı anlayışın devam ettiğini, yazılan ders kitaplarında Timur
imparatorluğundan ve eğitim sisteminden, bilim adamlarından hiç bahsedilmediğini görmekteyiz.
Hâlbuki Timurlu Devleti’nde ciddi bir eğitim, bilim ve sanat faaliyetinin olduğunu; dünya çapında bilim
adamlarının yetiştiğini biliyoruz. Özellikle İran ve Arap kaynaklarının etkisi ve Cumhuriyet döneminde
ülkemize gelen Tatar asıllı bilim adamlarımızın duygusal değerlendirmeleri bu taraflı bakış açısında
etkili olmuştur kanaatindeyiz. Diğer bir problemin de tarihçilerin ve eğitimcilerin ortak bir noktada
buluşamamalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Objektif olmayan bu bakış açısının Avar’lar,
Hazar’lar, Harezmşahlar, Altın Orda ve Babür’lüler için de geçerli olduğunu görmekteyiz. Nitel bir
çalışma olan tebliğimizde, doküman incelemesine dayalı olarak Timurlu Devletindeki bilim ve kültür
faaliyetlerini, alan yazındaki eksik ve yanlış bilgilerin nereden kaynaklandığını ortaya koymaya çalıştık.
Türk Eğitim Tarihi alanında yapılacak çalışmalara ışık tutması ve özellikle öğretmen adaylarına Timurlu
Devletindeki eğitim-öğretim faaliyetlerinin tanıtılması çalışmamızın amacını oluşturmaktadır. Bu güne
kadar konunun gündeme getirilmemesi çalışmamızın önemini ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Timur, Timurlu Devleti, Eğitim, Bilim, Türk Eğitim Tarihi.

ABSTRACT
16 great Turkish States were established in history. We teach our children the names of these, some of
them in-depth education. we use 16 stars to symbolize these states that we have established in history in
the presidential post, which is the representative. Office of our state. However, it is impossible to say
that we approach these states with an equal and objective understanding. We try to deceive ourselves by
examining some of them with all the details, but we either ignore some or we try to deceive ourselves
by not exposing ourselves to the shadow of what we praise. We are making a typical example of this
situation for the Timur and Timur Empire. We see that the same understanding continues within the
scope of Turkish history. The same understanding continues within the scope of Turkish education
history course. in the textbooks, we see that there is no mention of the Timur Empire and the educational
system of scientists.
However, we know that there is a serious Education, Science and Art activity in the Timurid State, and
scientists around the World are growing. We believe that the influence of Iranian and Arab sources and
the emotional evaluations of our Tatar-based scientists who came to our country during the Republican
period heve been effective in this regard. We can say that another problem stems from the fact that
historians and educators cannot meet at a common point. This non-objective perspective also applies to
the Avars, the Khazars, the Harezmshahs, the Golden there and the Baburians. In our paper, which is a
theoretical study, we tried to determine the scientific and cultural activities of the Timurid State based
on document review, from where the missing and wrong information in the Summer originated. The
aim of our study is to shed light on the studies to be carried out in Turkish education history and
especially to introduce teacher candidates to educational activities in the Timurid State. The fact that the
ıssue has not been raised up to this reveals the importance of our work.
Key Words: Timur, Timurlu State, Education, Science, History Of Turkish Education.

TAASSUBUN SINIRLARINI YIKAN DÜŞÜNÜR: İBN-İ SİNA

Özet: İbn-i Sina Türk-islam kültürünün temel taşlarından birisidir. Multidisipliner çalışmaları ve özellikle tıp, felsefe alanındaki eserleri bütün dünyayı etkilemiş, hala bu etkiler devam etmektedir. Bu kadar tanınmış ve eser vermiş İbn-i Sina kendi milletinden ve inancından olan başka düşünürler tarafından acımasızca eleştirilmiş, hatta bu eleştiriler tekfir’e kadar varmıştır. Başta Gazali olmak üzere birçok doğulu ve batılı düşünür İbn-i Sina’yı felsefi görüşleri, Ehl-i Sünnet’e mensup olmayışı ve şarap içmesi gibi konularda tenkit etmişlerdir. Türk kökenli olmadığı da bu iddialar arasındadır. Biz tebliğimizde bu suçlamaların neler olduğunu ve içeriğini, gerçekte bir kavram kargaşasının tercümeler yolu ile geleneksel hale geldiğini, İbn-i Sina’nın yeterince anlaşılamadığını incelemeye çalıştık. Gerçekte bir Türk bilgini olan İbn-i Sina’nın dönemin siyasi olayları ve yaygın Eş’ari mezhebi taassubu yüzünden yaptığı hizmetlerin görmezden gelindiğini, eleştiri ve tenkit anlayışının da maalesef gelenekselleştiğini, kıskançlığa dayandığını tespit ettik. Eş’ariliğin gölgesinde kalan ve kasıtlı olarak tanıtılmayan Maturidilik anlayışının bugün da dâhil olmak üzere yaşanan dini tartışma ve ayrışmaların çözümüne çok büyük katkı sağlayacağı kanaatine vardık. Geleceğin dünyasında özne olabilmenin yolu, kültürel değerlerimize sahip çıkmak ve yeni nesile tanıtmaktan geçmektedir. Bütün dünya’nın tanıyıp, eserlerini okuduğu ve okuttuğu İbn-i Sina’nın doğru anlaşılmasına küçük bir katkı amacı taşıyan bu kuramsal çalışmamız, takdir etme ve objektif bakabilme geleneğinin oluşmasına da örnek olabilecektir.

Anahtar Kelimeler. İbn-i Sina, Suçlamalar, Gazali, Mezhep, Taassup.

Giriş

İslam dini diğer dinlerde olduğu gibi, medeniyetini doğduğu topraklarda değil sonradan ulaştığı topraklarda kurmuştur. Endülüs, Bağdat, Şam, Semerkant ve İstanbul bu medeniyetin en önemli merkezleri olmuştur. İslam düşüncesi adına üretilen temel eserlerin kahir ekseriyeti genelde Maveraünnehir, özelde ise Semerkant kaynaklıdır. Bu bölge İslam düşüncesinin en şöhretli kelamcılarını, usulcülerini, fakihlerini, muhaddislerini, müfessirlerini ve filozoflarını yetiştirmiştir (Düzgün, 2014:11). Sürekli tartışmaların hüküm sürdüğü Bağdat’ın aksine, sağlanan güven ve hoşgörü ortamı nedeniyle birçok düşünür de Semerkant’a gelmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra oluşturmak istediği kültür başkenti projesine önemli bilim adamı transferleri (Ali Kuşçu gibi) yine bu bölgeden yapılmıştır (Düzgün, 2014:13).

On ikinci yüzyıl Rönesans’ı diye adlandırılan İslam Dünyasındaki her türlü bilimsel faaliyet, tercümeler yoluyla modern Batı medeniyetinin temellerinden biri olmuştur (Ülken, 2017:320,321). İbn-i Sina bu uygarlığın hem kurucularından biridir, hem de Batı’ya aktarılmasında başrol konumundadır. Gerçekleştirilen bu atılımın büyük ölçüde Doğu İslam Dünyası ve Orta Asyada gerçekleşmesi Türk milletinin İslam Medeniyetine yaptığı hizmetlerin bir göstergesidir. Avrupa bu anlamda İbn-i Sina’dan faydalanmış, esinlenmiş, geliştirmiş ve buna istinaden yeni atılımlar yapabilmiştir (Sayılı, 1984:20-23). Böylesine etkili ve önemli bir medeniyetin mimarı olan Doğu kültürü, bir süre sonra kendi içindeki kısır siyası ve dini çekişmeler yüzünden maalesef en önemli düşünürleri ve ortaya koydukları eserleri bu tartışmalara kurban vermiştir.

İslam ve Türk tarihinde siyasi, itikadi, tasavvufi mülahazalarla mezhepçilik veya mezhep taasubu devlet adamlarını, ulema’yı ve halkı ciddi anlamda etkilemiştir. İtikadi, ameli, tasavvufi ve felsefi olarak sınıflandırabileceğimiz mezheplerin hicri üçüncü asırdan sonra belirginleştiğini söyleyebiliriz. Ameli imandan bir cüz kabul eden Haricilerle başlayan ve amel ile imanı birbirinden ayıran Mürcie arasındaki mücadele bazen inatlaşmaya ve hatta diğerlerini tekfire kadar varmıştır. Haricilerle başlayan daha sonra Şia ve Batıni’lerle zirveye çıkan mezhep terörü Türkleri ve Müslümanları sürekli bir savunmaya ve tedbire mecbur bırakmış, medreselerdeki öğretimin temel felsefesi bu akımlara karşı bir temele oturmuştur. Aynı problemler fikirsel boyutta Mutezile ile de yaşanmış, mücadele anlayışı devlet politikası haline dönüşmüştür. Büyük devlet adamlarının Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürülmesi (Melikşah, Nizamü-l Mülk vb) bu tutumun daha da keskinleşmesine vesile olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde sapık akımlar olarak kabul edilen Şii-Batıni anlayışa karşı bir program uygulanmıştır (Akyüz, 2013:22). Yüzyıllarca devam eden bu mezhepsel bakış adeta gelenekselleşmiş, bir süre sonra ehl-i sünnet içinde de çok ciddi tartışmalara, ayrışmalara, hatta tekfir etmeye kadar varmıştır (Uludağ, 1979:25,26). Devlet yönetiminin ve medrese ulemasının mezhep tercihi bu tartışmalarda önemli bir rol oynamıştır. Karahanlılarda, Gaznelilerde, Selçuklu ve Osmanlı’da bunu açıkça görebilmekteyiz. Özellikle medrese eğitiminde mezhep temelli bir yaklaşım benimsendi. Karahanlılarda Hanefi’lik (Maturudilik) , Selçuklu Nizamiye Medreselerinde Şafii’lik (Eş’ari’lik), Osmanlılarda yeniden Hanefi’lik (Maturudilik) anlayışının öne çıkması bu durumun açık örneğidir. Nizamiye medreselerinde Şafii ve Eş’ari olan Gazali’nin başmüderrislik yapması ve eserlerinde Türk-İslam Filozofları Farabi, İbn-i Sina ve diğerlerini tekfirle suçlamasının arkasında yatan gerçek bu ortamdan ve taasuptan kaynaklanmış bir durumdur. Hatta siyasi mülahazalar da bu tavırda etkili olmuştur. Nizamiye medreselerinde yetişen Eş’ari âlimlerin büyük çoğunluğunun Fars asıllı olmasını unutmamak gerekir (Kutlu, 2017:157). Gazali’nin eleştirilerine bu açıdan bakmak, Farabi ve İbn-i Sina’yı tenkitlerinde ve ithamlarında dönemin siyasi ve fikri tartışmalarının etkisini dikkate almak gerekir. Aslında kendisi de bir filozof olan Gazali tabiri caizse dolduruşa gelerek, belki de yöneticilere yaranmak isteğiyle bunları yapmıştır diyebiliriz. Merhum Gökay’ın dediği gibi, doğunun en büyük hastalıklarından biri kıskançlıktır. İbn-i Sina da bu onulmaz hastalığın mağdurlarından biridir (Gökay, 1984:14).

İbn-i Sina Türk-İslam Tarihi’nin köşe taşlarından biridir. Yazdığı eserler, dünya ve İslam kültürüne etkileri hala devam etmektedir. Kısa ömrüne yüzlerce eser sığdırmış, bunların bazıları (El Kanun fi-t Tıb) bütün dünya üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Multidisipliner bir kişilik (Günaltay, 1940:35) olan İbn-i Sina “meyveli ağaç taşlanır” sözünü doğrularcasına hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından acımasızca eleştirilmiştir. Elbette Batılıları anlamak mümkündür. Ancak hem Müslüman hem Türk olanların (Gazali gibi) onu eleştirmesini anlamak hayli zordur.

İbn-i Sina’yı Tenkit ve Tekfir

Yaygın görüşe göre dinin temeli Kur’an ve Hadis’e dayanır. Bunlara aykırı olmamak kaydıyla ilave düşünce akımları tolere edilebilir. Dışarıdan İslam’a sokulan bu akımlar başlıca İbn-i Sina ve ibn-i Arabi tarafından temsil edilmişlerdir. Bu nedenle sünni medrese uleması ve Eş’ariler, Hanbeliler (İbn-i Teymiyye) bu ekollere şiddetli tepki göstermişlerdir (İnalcık, 2016:114). İbn-i Sina başta bir Eş’ari olan Gazali olmak üzere birçok âlim tarafından eleştirilmiştir. Gazali’ci ve İbn-i Rüşd’çü diyebileceğimiz birçok düşünür İbn-i Sina felsefesine karşı açıkça cephe almışlardır (MEB İA, 5/II:823). İbn-i Teymiyye de bunlar arasındadır. Eleştiriler genelde şarap içmesi, şii veya İsmaili olduğu şeklinde yoğunlaşmıştır. Eleştirilere batılı bazı düşünürler de katılmıştır. Henry Corbin, Bertrand Russel, M.G.S. Hodgson bazılarıdır. Eleştirilerin aksine ona övgü dolu sözler söyleyenler de hayli fazladır. İbn-i Sina’ya ve felsefeye karşı ağır eleştirilerde bulunan İbn-i Teymiyye (ö.728/1328), filozofun yaşadığı dönemde doğu’da Büveyhioğulları Devleti’nin hüküm sürdüğünü ve Şii olduğunu belirterek; İbn-i Sina ve ailesinin onların davet ehlinden olduğunu söyler (Okumuş, 2015:27). Teymiyye, İbn-i Sina’nın eğitimini de zındıklardan, nispeten bunlardan daha iyi olan Mutezile ve Şiilerden aldığını söyler (Topdemir, 2009:59; Sergejew vd., 2016:15). Çağdaş düşünürlerden Seyyid Hüseyin Nasr da ibn-i Sina’nın ömrünün sonlarına doğru Şiiliğe sempati duyduğunu söylemektedir (Nasr, 1985:210). İbn-i Sina’nın felsefi görüşlerinin Sünni camiada eleştirilirken, Şii dünyada öğretilmeye devam etmesi Nasr’ın böyle düşünmesinde etkili olmuş olabilir. Henry Corbin de Filozofumuzun İsmaili’lere katılmayı reddettiğini ancak, İbn-i Sina’nın Şii olan İsfahan ve Hemedan hükümdarları nezdinde gördüğü iltifatın İmamiyye Şia’sına mensup olabileceği düşüncesine götürdüğünü iddia etmektedir (Corbin, 1986:171). Russel ise, bir tıp kılavuzu olarak tanınan İbn-i Sina’nın şaraba ve kadına düşkün olduğunu, sünnilikle ilgili kuşkusunun bulunduğunu söyler (Russel, 1945:424). Hodgson da İbn-i Sina’nın namazı çok önemsediğini, dikkati toplamaya yarayan bir ibadet olarak tanımladığını belirtir. Şarap konusunda İbn-i Sina’nın aşırıya gitmediğini, ölçülü içmeyenlerin taşkınlık yapabileceklerini, aslında tefekküre yardımcı olan bir içecek olduğu görüşünü nakleder (Hodgson, 2017:II/204).

İbn-i Sina’ya karşı en önemli eleştiri kendisi de bir Türk âlimi olan Gazali’den gelmiştir. Gazali sadece İbn-i Sina’yı değil filozofların tamamını küfür ile suçlamış ve bunu Tahafüt el-Felasife eserinde geniş bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak alan yazında varılan ortak kanaat; Gazali’nin yaşadığı dönemin siyasi yapısı ve baskısı nedeniyle böyle bir görüş ileri sürdüğü şeklindedir. Gazali eleştiri yapmasına dair eserleri yazmak için yönetimden ve hilafet makamından emir aldığını bizzat itiraf etmektedir (Gazali, 2014:40). Batınilik akımının yayılmasından endişelenen resmi idare özellikle Talimiyye diye meşhur olan düşünce ekolüne karşı Gazali’yi devreye sokarak reddiyeler yazdırmıştır (Gazali, 2017:53). Onun küfür ithamında tamamen siyasi davrandığını ileri süren İbn-i Rüşd; Gazali bu konuyu kendisinden beklenmeyen bir şekilde ele almıştır. Bunun iki nedeni olabilir: Ya bahsedilen konuları anlamış ama saptırmıştır ya da filozofları anlayamamış ve anlayamadığı konuları açıklamak zorunda kalmıştır. Bu da bilgisizlerin yapacağı bir iştir. Gazali bu iki niteliğe sahip olamayacak kadar iyi bir düşünürdür. Ancak insanlar hata yapabilir, tökezleyebilirler. Gazali bu kitabı yazmakla tökezlemiştir. Belki de Gazali yaşadığı zaman ve mekânın bir gereği olarak bu kitabı yazmıştır (Arıkan,2012:656,657). Nizamiye medresesinde bir müddet baş müderrislik yapması ve dönemin kudretli veziri Nizamü-l Mülk ‘ün Şafii olması Gazali’nin bu tutumunda etkili olmuş olabilir (Kutlu, 2017:117).

Gazali’nin filozofları tenkidinde en önemli nokta hakikati arayanlarla ilgili yaptığı sınıflandırmadır. El Munkız adlı eserinde bu gurupları; Rey ve İstidlal sahibi Kelamcılar, Hakikatın sadece masum imamdan öğrenileceğini iddia eden Batıniler, Gerçeğin Bürhan, Delil ve Mantık’la öğrenilebileceğini söyleyen Filozoflar ve hakikatin Keşf ve İlham’la öğrenilebileceğini söyleyen Mutasavvıflar olarak sınıflandırır (Gazali, 2014:18). Dikkat edilirse devrin akımlarını yansıtan bir tasnif söz konusudur. Bâtıniler ayrıca zikredildiği halde Selefiler’den bahsedilmemiştir. Gazali’nin başka bir sınıflaması şöyledir: Daima aklı esas alıp nakle yer vermeyenler (Felsefeciler). Daima nakli esas alıp akla yer vermeyenler (Haşeviyye). Aklı esas alıp nakli ona tabi kılanlar (Kelamcılar). Nakli esas alarak aklı ona tabi kılanlar (Selefiyye). Aklı da Nakli de esas alarak aralarında bir çelişki görmeyenler (Âlim ve Arifler). Bu tasnifte de Mutasavvıflara yer verilmediğini görüyoruz (Uludağ, 1979:18,19). Gazali’nin felsefecileri kategorize ederken onları dehriler, tabiatçılar ve ilahiyatçılar olarak üç sınıfa ayırması enteresandır (Gazali, 2014:24,25). İlahiyatçı filozofların dehri ve tabiatçı olanlara şiddetle karşı çıktığından övgüyle bahsetmektedir. Aslında problem Aristo, Sokrates ve Eflatun la ilgili olmasına rağmen; onların izinden giden Farabi ve İbn-i Sina da bu tasnif gereği suçlamadan nasiplerini almışlardır (Gazali, 2014:26).

Gazali Farabi ve İbn-i Sina’dan bahsederken, “Hiçbir İslam feylesofu bize Aristo felsefesini ibn-i Sina ve Farabi kadar doğru bir şekilde aktaramamıştır. İbn-i Sina ve Farabi dışında kalanların yaptıkları aktarmalar, meselelerin özünü belirsizleştiren, çarpıtmalar ve karışıklarla doludur. Bu durum söz konusu aktarmaları anlaşılmaz hale getirmiştir. Anlaşılmayan bir şey ise nasıl reddedilebilir veya kabul edilebilir? İbn-i Sina ile Farabi’nin aktarmalarından edindiğimiz kanaate göre Aristo felsefesi üç kısma ayrılır: Bir kısmı küfrü gerektirir. Bir kısmı bid’atçılığı gerektirir. Üçüncü bir kısmı da vardır ki hiçbir şekilde onu inkar etmemek gerekir” ifadelerini kullanır (Gazali, 2014:26). Bu ifadeler Gazali’nin içinde bulunduğu durumu, felsefe ve felsefecilerin tamamen yok sayılamayacağını, İbn-i Sina ve Farabi’nin hakkını teslim ettiğini göstermektedir. Ama bazen siyasi baskıların, mezhep taassubunun gerçeklerin üzerini örtebildiğinin de bir örneği olarak karşımızda durmaktadır.

Gazali İbn-i Sina’yı ve diğer filozofları eleştirirken kendisi de felsefi metodu kullanmış, hatta onların görüşlerini çürütmek için şiddetle eleştirdiği Mutezile, Kerramiye, Vakıfiye mezheplerinden destek aldığını ifade etmiştir (Erdoğan, 2015:155). Gazali Tehafüt’ünde önce filozofların görüşlerini aktarmış, sonra bu görüşleri yorumlamış, en sonunda da bu görüşleri ve kendisi tarafından yapılan yorumları filozoflara aitmiş gibi değerlendirmiştir. İbn-i Sina’nın eserlerinde aktardığı başka gurup ve görüşlere ait dine uygun olmayan görüşleri İbn-i Sina’ya aitmiş gibi aktarmıştır. Burada ortaya çıkan metodolojik sorun hangi görüşün filozoflara, hangilerinin Gazali’ye ait olduğunun bilinmemesidir (Erdoğan, 2015:156).

Gazali aslında aynı temel fikirleri savunurken; önce felsefenin kelam ismini alması, sonra tasavvuf ekolünde karar kılmasıyla farklı fikirleri savunuyor gözükmektedir. Gerçekte değişen çok fazla bir şey yoktur. Mısırlı âlim Süleyman Dünya Gazali’nin Mizanü-l Amel isimli eserine yazdığı önsözde, filozofların âlemin kıdemi, cesetlerin haşri ve Allah’ın cüz’iyyatı bilme konusunda Gazali’nin filozoflara son derece yaklaştığını, bunların küfrü gerektirmeyeceğine yakın görüşler beyan etmiştir (Akt. Uludağ, 2017:216). Gazali’nin ciddi anlamda felsefe’nin etkisinde kaldığını söyleyen İbn-i Teymiye kendisinden “Felsefi fikirleri tasavvuf kalıbına dökerek ortaya atan adam” diye bahsetmektedir (Akt: Uludağ, 2017:219).

Gazali’nin öğrencilerinden Ebubekir b. Arabi “Hocamız Gazali felsefenin içine daldı, sonra çıkmak istedi ama bunu başaramadı” demektedir. İbn-i Sina’nın eş-Şifa (tedavi edici) isimli eserine bu yüzden Emrazahuş-Şifa (Gazaliyi hasta eden, buhrana düşüren kitap) denilmiştir (Ülken, 2017:117; Uludağ, 2017:219). Gazali hayatında iki önemli şüphe krizi geçirmiştir. Gençlik yıllarındaki birinci krizde duyuların insanı aldatabildiğini, bu nedenle aklın da aldatabileceğini söylemiştir. 38 yaşında İbn-i Sina’yı okurken yaşadığı ikinci krizde makam ve mevkiden vazgeçerek tasavvufta karar kıldığı belirtilmektedir (Gazali, 2014:16; Çubukçu, 1977:39,40). Gazali’nin felsefe ve filozoflar hakkındaki hükümlerinde bu krizlerin etkisini göz ardı etmemek gerekir. Akıl hakkındaki düşünceleri elbette akıl’a büyük önem veren âlimler hakkındaki görüşlerini etkilemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, ortada önemli bir kavram kargaşası mevcuttur. Günün şartları ve siyasi konjoktür gereği Gazali aslında savaş açtığı Felsefe’yi ve Filozofları uzun süre gündemde tutmuştur. Mensup olduğu Eş’arilik akımı Felsefe ve Selefiye hareketini adeta akamete uğratmıştır. Daha sonra Felsefe’nin İslam Dünyası’nda Kelam adını almasıyla birçok tartışma sona ermiş, kelamcıların alana hâkimiyeti ile birlikte filozofta yetişmemeye başlamıştır. Doğu’da Farabi, İbn-i Sina ve Kindi; batıda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce ile İslam Filozofları kavramı ortadan kalkmıştır (Uludağ, 1979:226). Seyyid Hüseyn Nasr bu durumu şöyle özetlemektedir: İbn-i Sina felsefesi sembolik ve kozmolojik yönleriyle sadece Sünnileri etkilemedi. Şiilik üzerinde de önemli etkileri oldu. Meşşai felsefede aklın öne çıkması İslam akidesi adına reddedildi. Bu yapılırken yine akıl kullanılarak mücadele edildi (Nasr,2008:285). Başlangıçta Mu’tezile’nin hâkimiyetinde olan kelam 10.yüzyıldan itibaren Eş’arilerin hâkimiyetine geçti. Temelde “kavramsal atomculuk” diyebileceğimiz Eş’ari anlayış, Aristocu nedensellik anlayışını reddeder. Her şeyin sebebi doğrudan Tanrı’dır, gerçek sebep aşkın sebeptir (Nasr, 2008:286).

Gazali filozofları, özellikle İbn-i Sina’yı yirmi kadar hususta tenkit eder. Bunların üç tanesinin küfrü gerektirdiğini söyler. Birincisi âlemin kıdemi meselesidir ki, konunun nassa ilişkin doğrudan bir bağlantısı yoktur. Diğeri “Allah cüz’iyyatı külliyat yönüyle bilir” ifadesi ise gerçekte Allah’ın cüz’iyyatı bilmediği anlamına gelmez ve bir te’vil sayılabilir. Üçüncüsü ise bedenlerin haşri’nin inkârı meselesidir. Bu husus nassın zahiri manasına uygun düşmüyor gibi görünmektedir (Gazali, 2017:40,41; Uludağ, 2017:215,216; Erdoğan, 2015:183). Ancak Gazali, cismani haşri inkâr edip, mükâfat ve cezayı sadece ruha münhasır kıldıkları için küfürle itham ettiği halde, Mizanü-l Amel isimli eserinde filozofların konu ile ilgili yorumlarının mutasavvıfların görüşlerine uygun düştüğünü belirtir. El-Munkızu mine’d-Dalal eserinde ise kendi anlayışının da büyük mutasavvıfların görüşlerine uygun olduğunu, bu düşünceye uzun araştırmalar sonucunda ulaştığını belirtir (Gazali, 2014:16,17;İbn-i Tufeyl-İbn-i Sina, 2000:17). Gazali bu ve benzeri çelişkileri için Mizanü-l Amel adlı eserinde adeta özür diler: “Yorum ve düşünceler üçe ayrılır: Çoğunluğu oluşturan halkın görüş ve inanışlarına katılarak ifade edilenler. Soru soranın durumuna göre ifade edilenler ve düşünen kimsenin kendi vicdani kanaatine göre ifade edilenler. Manaca birbiri ile zıt görünen bu ifadelerin hiçbir faydası olmasa dahi muhatap kişiyi atalarından taklit yoluyla miras aldığı inanış ve düşüncelerinde şüpheye düşürerek sorgulamak gibi bir faydası vardır. Bu fayda insanı doğru yola ve hakikate ulaştırmak için yeterlidir. Çünkü şüphesi olmayan bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır” (İbn-i Tufeyl-İbn-i Sina, 2000:18).

Farabi ve İbn Sina, helenistik felsefeden etkilenerek spekülatif metotla cismani dirilişin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Kelamcılar da aynı metotla, fakat vahyin ışığından faydalanarak bunun mümkün olduğunu söylemişlerdir. Çağımız kelamcılarına göre ise, canlıdaki fizyolojik ve psikolojik bütün özelliklerin “gen” adı verilen çok küçük bir parçada bulunduğunu genetik ilmi keşfetmiştir. Bu buluşa istinaden aynı zamanda hazırlanacak uygun fiziki şartlar içinde insanların acbu’z zeneb’den (kuyruk sokumu) yaratılacağını bildiren rivayetleri, cismani haşir için birer delil olarak kullanmışlardır (Erkol, 2000:198).

Elmalı’lı Hamdi Yazır da Allah’ın insanın bütün özelliklerini bir küçük hücrede toplayıp misal olarak gösterebileceğini, nitekim kuyruk sokumundaki bir zerre içinde bir insanın bütün özelliklerini topladığını söyleyerek, geleneksel kültürümüzdeki bir anlayışı dile getirmektedir (Yazır,VIII:439). Filozoflar; Cismani haşrin olmayacağı, Kur’an’da buna işaret eden ayetlerin asli anlamda olmayıp mecazî anlamda olduğu, şeriatte varid olan darbı meseller ve müteşabih ayetlerin halkın anlayışı düzeyinde cereyan ettiğini söylemişlerdir. Kur’an’da verilen örneklerin ve mukaddes sıfatlar ile ilgili ifadelerin de avam-ı nassın hayal edebileceği düzeyde olduğu düşüncesini ileri sürmüşlerdir. Bu iddiaya karşı kelamcılar Kur’an’da Allah’ın sıfatları ile ilgili olan ayetler ile ahiret ahvalinden bahseden ayetler arasında ayrım yapmışlardır. Buna göre;

1 -Müteşabih bahsinde varit olan lafızlar, Arabın âdeti üzere istiarede te’vile hamledilir. Cennet ve cehennem ile ilgili yapılan nitelemeler ve bu durumun tafsilatı, te’vile hamledilemeyecek sayıya ulaşmıştır. Bunun dışındaki iddialar ise sadece sözü geveleme ve anlamları çarpıtmadır.

2-Şüphesiz akli deliller, Allah, için mekânın, cihetin, suretin, elin, gözün, mekan intikalinin, bir yerde karar kılmanın muhal olduğuna delalet eder. Aldi deliller bunların te’vilini vacip görmektedir. Ahiret konusunda va’dedilen hususların ise Allah’ın kudreti için muhal olmadığı açıktır. Bunların İcrasının sözün zahiri ile olması gerekir. Çünkü bu konudaki ayetler te’vile gitmeyi menedecek derecede sarihtir. Gerek felsefeye ve gerekse filozofların ileri sürdükleri düşüncelere karşı İslam kelamında en ciddi eleştiriyi, hiç şüphesiz Gazali yöneltmiştir. Gazali filozofların anlayışlarını hem linguistik, hem de dini açıdan yanlış bulur. Cennet ve cehennemle ilgili tasvirlerin mecazi anlamda alınması, söz gelişi Allah ile ilgili bazı tasvirlerin (Allah’ın eli, yüzü, v.s.) durumundan çok farklıdır. Arapçanın mantığı içinde ikinciler te’vil edilir, ama birincilerin te’vile ihtiyacı yoktur. Allah’ın insanlara bir şey anlatmak için aslı olmayan teşbihlere başvurduğunu söylemek Gazali’ye göre son derece yanlıştır.

Gazali’ye göre yeniden dirilme hakkındaki şüpheler, bu dünyadaki benzer olayların mahiyetini iyi kavrayamamaktan ileri gelmektedir. Nitekim canlıların üremesi ve ceninin oluşumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir kimseye, insan gibi yüksek bir varlığın nutfe denilen bayağı bir nesneden yaratıldığı söylenecek olsa, bunu kabul etmekte güçlük çekecektir. Şu halde canlıların hayata geliş biçimi dikkatle düşünüldüğü taktirde ilk yaratılışın ba’s denilen ikinci yaratılıştan daha şaşırtıcı olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır (Erkol, 2000:199).

İnsanlık tarihinde tekrar diriliş konusunda iki temel görüş ileri sürülmüştür: Felsefecilerin nefsani (ruhani) diriliş inançları ile kelamcıların hem ruhani, hem de cismani diriliş inancı. Felsefeciler, insanı insan kılan esas unsurun nefs olduğu inancından hareket ederek, gerek idrak ve gerekse lezzet ve elem bakımından asıl olanın ruh olduğu inancındadırlar. Bu sebeple beden arızidir, geçicidir. Onlara göre bedenin fonksiyonu sadece ruha vasıta olmaktır. Nefs yaşadığı bedende iyi ameller işlemişse, bedenden ayrıldıktan sonra feleki ecrama kavuşur ve ilahi nurla birleşerek lezzetlerin en büyüğü ile nimetlenir. Aynı şekilde bedenle birlikte yaşayan nefs, eğer kendisinden istenen bir hayatı yaşamamış, dünyevi kötülüklere batmışsa, bedenden ayrıldıktan sonra, ulaşması gereken mertebelere ulaşamamanın ve ilahi nura mülaki olamamanın sıkıntısı ile en büyük sıkıntıları yaşar demişlerdir. Kadim Yunan filozoflarından, özellikle Eflatun ve Aristo’nun gerek nefs ve mahiyeti ve gerekse tekrar diriliş konusundaki görüşleri, İslam filozofları üzerinde ciddi bir etki yapmıştır. Bu etki sebebiyle ilk Müslüman filozoflarından Kindi başta olmak üzere Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd, ba’s konusunda Aristo ve Eflatun’un düşüncelerine katılmış ve haşrin cismani değil ruhani olacağını söylemişlerdir. Müslüman filozoflar, Kur’an’da geçen cennet-cehennem tasvirleri ve ahiret ile ilgili ayetlerin hakiki anlamda olmayıp mecazî olduğu ve bu tür ifadelerin, düşük düzeydeki halkın anlamasını sağalmaya yönelik olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Filozoflara göre cesed arızi, ruh ise asıldır. “Ma’dumun iadesi mümkün değildir” prensibinden hareketle, yok olan cismin tekrar aynısıyla iadesi imkânsızdır, ayrıca cesedin tekrar yaratılmasına da gerek yoktur demişlerdir. Çünkü hem lezzeti ve hem de azabı görecek olan ruhtur. Öyleyse ebedi olan ruha sadece kısa süreli bir vasıtalık görevi gören bedenin tekrar yaratılmasına gerek yoktur (Erkol, 2000:208).

Gazali, felsefede faydalı ve doğru fikirlerin var olduğunu, ancak bunları ayırt edebilmek için ilmi bir yeteneğe sahip olmak gerektiğini, bu yüzden felsefe kitaplarını okumanın normal vatandaşlar için caiz olmadığını söylemektedir. Bu durumu misallerle açıklayan Gazali şöyle der: Denize girmekten usta yüzücüler ve dalgıçlar değil, yüzme bilmeyenler menedilirler (Uludağ, 1979:28,29).

Günaltay İbn-i Sina’nın dindar kişiliğini şu ifadelerle belirtmektedir: “ Esasen İbn-i Sina’nın oldukça meşhur olan Kaside-i Ruhiyye’si sadece felsefeyi rehber edinmiş bir filozofun teorisi değil, aksine felsefe ile nassları, hikmetle tasavvufu uzlaştırmaya çalışan dindar bir âlimin kanaatlerini terennüm etmektedir” (Günaltay, 1940:266). Keklik ise, O’nun dindar biri olduğunu, içki içmediğini bu iddianın tamamen bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını ileri sürer. Keklik, düşünürümüzün hayat hikâyesinden nakil’le şöyle demektedir: Tartışmalar İbn-i Sina’nın yoğun olarak çalıştığı gecelerde uyku tutmaması için kullandığı “uyarıcı içecek” lafzından kaynaklanmaktadır. Arapça metinlerde geçen “şerab” ve “şeribe” sözcüğünün sarhoşluk veren “şarap” ile karıştırıldığını, aslında “şerab” sözcüğünün Türkçedeki “şarap”la bir ilgisinin olmadığı; “şurup”, “şerbet”, “maşraba” gibi içme ameliyesini belirten kelimeler ve aletlerle ilgili olduğunu belirtir. “Şerab” kelimesinin hiçbir zaman alkollü içki anlamına gelmediğini, Arapçada içki için “hamr”, “rahik” ve “handeris” kelimelerinin kullanıldığına vurgu yaparak, tartışmanın kavram kargaşasından kaynaklandığına dikkat çeker (Keklik, 2001:171,172).

Merhum Şerafettin Yaltkaya İbn-i Sina kitabında İbn-i Ebi Useybia’nın Tabakat adlı eserinden öğrencisi Ebu Ubeyd’den rivayetle şöyle bir bölüm nakletmektedir: İbn-i Sina’nın Cürcan’da iken yazdığı El Muhtasarü-l Asgar isimli eserindeki bazı görüşleri Şiraz uleması arasında şüphelere yol açmıştı. Bu şüphelerini bir kâğıda yazarak Şiraz Kadısına verdiler. Kadı bir mektupla birlikte sualleri İbn-i Sina ile sürekli tartışan Ebu-l Kasımü-l Kirmani’ye gönderdi. Ebu-l Kasım mektup ve soruları İbn-i Sina’ya ulaştırınca hepsini okudu. Mektubu geri verdi, sualleri ise önüne koyarak incelemeye başladı. Bu sırada etrafındakilerle konuşmaya devam ediyordu. Ebu-l Kasım meclisten ayrılınca suallere cevap yazmak için kağıtlar hazırlanmasını istedi. Yatsı namazı kılındıktan sonra çerağlar hazırlandı ve ibn-i Sina’nın emriyle şarap getirildi. Bir taraftan bu şaraptan içerken bir taraftan da suallere cevap yazıyordu. Gece yarısı uykumuz geldi, izin isteyip yattık. Sabah kapı vuruldu ve İbn-i Sina’nın beni istediği söylendi. Vardığımda kendisi seccade üzerindeydi ve önünde cevapların yazıldığı kağıtlar vardı. Acele Ebu-l Kasımü-l Kirmani’ye ulaştırılmasını istiyordu. Kirmani bu kadar müşkili bir gecede hallederek cevaplarını gönderen İbn-i Sina’nın sürat ve kudreti karşısında şaşırmıştı ve herkese övgü ile anlatıyordu (Yaltkaya, 2014:32,33). Benzer ifadelere Corbin’de de rastlanmaktadır. Şarap içimi ile birlikte musiki icra edildiği belirtilmektedir (Corbin, 1986:170). Yaltkaya onun hayatında üç şeyin (Aşk, Musiki, Şarap) önemli olduğunu, çalışmaktan yorulduğunda bunlarla dinlendiğini söyler (Yaltkaya, 1940:36).

Aynı olayı Cüzcani’den nakleden Bolay, çok doğru bir tercüme ve yorumla, yatsı namazının birlikte kılındığını, lambaların yakıldığını ve İbn-i Sina’nın şurup hazırlattığını, şuruplar içilirken mütalaa ve sorulara cevap yazma işinin devam ettiğini belirtir (Bolay, 1988:29,30). Dikkat edilirse yukarıdaki rivayette “şarap”, ikincisinde “şurup” kelimesi geçmektedir. Her ikisi de “içilen şey” anlamındadır ve içki değildir. Türkçede şarap genellikle içki anlamında kullanıldığı için tercümelerde böyle bir yanlışlık yapılmış buna istinaden birçok kişi hakkında yanlış kanaatler oluşmuştur. İbn-i Sina da bunlardan biridir.

Bu olaydan anlaşılıyor ki, ortada içilen bir şey vardır ve muhtevası belli değildir. Şarap içilen şey anlamındadır ve illa alkol anlamına gelmez. Yatsı namazının topluca kılınması, sabahleyin İbn-i Sina’nın seccade üzerinde olması ile içki içmeyi telfik etmek mümkün değildir. Bilindiği gibi İbn-i Sina tıp, eczacılık, tedavi yöntemleri, şifalı bitkiler ve ilaçlar konusunda tam bir otoriteydi. Hastalarını ve kendi yakalandığı kulunç hastalığını bitkisel karışımlarla tedavi ediyordu (Bolay, 1988:31,32). İbn-i Sina kulunç hastalığına ve bunun etkisiyle sar’a (epilepsi) hastalığına yakalanmıştı. Tedavi için kereviz çekirdeği, masruzitus (bitkisel karışım), afyon, guyengubin (bal ve gül suyu karışımı) gibi bitkisel ilaçlar kullanmıştır (Bolay, 1988:28,31,32). Tenkit edilmesine sebep olan şarap içmesi de yanlış tercümelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kullanılan bu içeceğin İbn-i Sina’nın kendi yöntemleri ile bulduğu veya geliştirdiği şifalı otlar vb. maddelerden elde edilen, içeni zinde ve canlı tutan, uykuyu azaltan, enerji veren bir içecek olması kuvvetle muhtemeldir. İçkinin sadece tedavi maksadıyla kullanılabileceğini eserlerinde ifade etmiştir. İbn-i Sina’ya yapılan şarap içme fiilinin bir kavram kargaşasına kurban gittiğini söylemek mümkündür. İbn-i Sina’nın başka bir şiirinde şaraptan bahsederken kullandığı kavramlar da çok farklıdır. Mey, Bade, Şerab gibi farklı ifadeler kullanılmaktadır (Yaltkaya, 2014.127). Bunların tamamı şarap diye tercüme edilmiştir. Hâlbuki İbn-i Sina bu şiirinde aşk şarabından ve hakka ulaşmaktan bahsetmektedir. Divan edebiyatımızda bu şekilde şiirlere rastlamak mümkündür.

İbn-i Sina’ya Övgüler

Gerçekte İbn-i Sina dindar ve Ehl-i Sünnet akidesine sahip bir insandır. Ahmed Eflaki Menakıbu-l Arifin adlı eserinde, eğer peygamberlik Hz. Muhammed’le son bulmasaydı İbn-i Sina ve Mevlana peygamber olacak kadar yüce kişiliklere sahiplerdir (Eflaki, 1973:452; Terzioğlu, 1983:29). Babası ve kardeşi İsmaili mezhebine ilgi duymuş ama İbn-i Sina onların görüşlerini beğenmediğini bu yüzden kabul etmediğini açıkça söylemiştir (Bolay, 1988:4). Ömrünün son günlerinde servetinin çoğunu yoksullara dağıtmış, kölelerini azat etmiş, üç günde bir hatim indirerek 1037 yılının Ramazan ayında bir Cuma günü vefat etmiştir. En önemli hocalarından birisi Hanefi fakih İsmail ez-Zahid’tir. İsmail ez-Zahid fıkhi silsile yolu ile İmam-ı Azam’ın öğrencilerinden imam Muhammed b. El-Hasen eş-Şeybani’ye ulaşır. Bu durum İbn-i Sina’nın fıkıhta Hanefi mezhebine bağlı olduğunu gösterir (Ceylan, 2015:190,191; Gutas, 2004:16-22). Ebu Said b. Ebi’l Hayr’a yazdığı bir mektupta: Bilinsin ki hareketlerin en güzeli namaz, ibadetlerin en mükemmeli, faziletlisi oruç, iyiliklerin en yararlısı sadaka, sır ve yaşayışların en nezihi tahammül ve sabır, çabaların en yanlış ve en batılı da riyakârlıktır (Okumuş, 2015:30,31). İbn-i Sina aynı mektubunda içkinin zevk ve eğlence için değil ancak şifa ve tedavi amacıyla kullanılabileceğini söyler. Aynı ifadeler Risale fi’l Ahd isimli eserinde de vardır ve orada tedavi ve şifa bulma amacı dışında içki kullanmayacağına dair Allah’a karşı söz vermiştir. Aynı risalede şer’i konularda kusur etmeyeceğini, ilahi yasalara karşı saygılı olacağını, bedeni ibadetlere de devam edeceğini ahdetmiştir. Gazali’nin bunları görmezden gelmesi izah edilebilir bir durum değildir (Okumuş, 2015:31; Erdoğan, 2015:154).

İbn-i Sina aynı zamanda bir müfessirdir. İhlas ve Muavvizeteyn (Felak-Nas) Surelerinin felsefi tefsirlerini yapmıştır (Yaltkaya, 2014:167-180). Elmalılı Hamdi Yazır yazdığı Hak Dini Kur’an Dili isimli 9 ciltlik tefsirinde İbn-i Sina’nın yorum ve düşüncelerine yer vermiş, İhlas, Felak, Nas Surelerinin tefsirinde İbn-i Sina’nın yorumlarını kullanarak, eleştirenlere karşı cevaplar vermiştir (Yazır, IX:6372; Okumuş-1, 2015:294,295).

İbn-i Sina kendisine karşı yapılan eleştirilere özellikle Ebu Said Ebu’l Hayr’ın, “zamanın en büyük âlimidir ancak kâfirdir” suçlamasına karşı şöyle bir dörtlük yazmıştır. Farsça olan bu dörtlük farklı eserlerde küçük değişiklerle nakledilmiştir (Yaltkaya, 2014:123; Uludağ, 2017:220,221; Savi, 1984:462). Şiir şöyledir:

Tekfîr-i çu men guzâf-u asan ne-buved,

Muhkem-ter ez-imân-ı men ne-buved,

Der-dehr çu men yeki o on hem kefer,

Pes der-heme dehr yek muselmân ne buved.

Bu dörtlükte İbn-i Sina şöyle diyor: Benim gibi birinin kâfir olduğunu iddia etmek öyle ucuz ve kolay değildir. Benim imanımdan sağlam bir iman olamaz. Dünyada benim gibi biri olsun da, o da kâfir olsun! O halde dünyada bir tek Müslüman bile yoktur (Yaltkaya, 1937:47; 2014:123; Uludağ, 2017:220,221).

Filozofumuz hayat hikâyesinden bahsederken “Her ne zaman bir meselede şaşırır, kıyasta orta yolu bulamazsam hemen camiye gider, namaz kılar ve yüce yaratana yalvarırdım. Bununla Allah’ın bana kapalı ve karanlık görünen şeyleri aydınlatacağına, zorlukları kolaylaştıracağına inanırdım” (Okumuş, 2015:31). İbn-i Sina çok okuyan, çalışan ve düşünen biridir. Bunları yaptıktan, yani tedbiri aldıktan sonra takdiri Allah’a bırakan İbn-i Sina’nın ne kadar sağlıklı bir tevekkül anlayışına sahip olduğu görülmektedir. Anlattığı şu olay herhalde takdire şayandır: “Geceleri evime dönüyor, önüme lambayı koyuyor, okuma ve yazma ile meşgul oluyordum. Ne zaman uyku bastırsa veya bir isteksizlik hissetsem bir bardak şurup içerdim. Kuvvetimi topladıktan sonra tekrar okumaya başlardım. En hafif şekilde uyukladığımda dahi o problemleri rüyamda görür ve çözerdim” (Bolay, 1988:11). İbn-i Sina’ya göre ibadetler mutluluğun elde edilmesi için yaratıcının bize lütfettiği imkânlar ve vesilelerdir. İbn-i Sina “Namaz Risalesi” adlı eserinde bununla ilgili çok ayrıntılı bilgi vermektedir (Bolay, 1988:101-119). İbn-i Sina Namaz Risalesinde namazı ikiye ayırır: a-Zahiri Namaz. b-Batıni Namaz. Zahiri namaz dış görünüş, hesap, ölçü, adetle ilgili olan kısımdır. Zahiri namaz, sayıları, vakitleri, isimleri belli, şer’an kılınması emrolunmuş, nasıl kılınacağı belirtilmiş bir takım özel fiillerden oluşmuştur. C. Hak on u mükelleflerew farz kılmış ve imanın temeli saymıştır. Bu yüzden Hz. Peygamber “Namazı ve emaneti olmayanın imanı olmaz” buyurmuştur.

Bâtıni namaz ise hakiki namazdır. Samimi ve saf bir kalp, bütün arzuları terk edip, temizlenmiş bir ruh ile Hakkı müşahede etmektir. Belli kurallara tabi değildir. Peygamberimizin namazları bu türden olduğu için; bazen çok uzun, bazen çok kısa olmuş, sayı ile mukayyet kılınmamıştır. Bu akla dayalı namazdır. Dayanağı ise “Namaz kılan Rabbine münacaat eder, Rabbine gizlice niyazda bulunur” hadisidir (Bolay, 1988:110,111). Dikkat edilirse İbn-i Sina’nın namaz konusundaki görüşleri Mutasavvıflarla büyük benzerlik göstermektedir. Acaba onu tenkit edenler bu görüşleri neden dikkate almazlar? İbn-i Sina ilmen olduğu kadar ahlaken de büyük bir düşünürdü. Siyasi sebeplerle kendisine yapılan işkencelerin, sürgünlerin, hapis cezalarının intikamını alacak mevkilere ulaştığı halde, buna tenezzül etmemiş, hatta onları cezalandırmak isteyen hükümdara engel olmuştur (Günaltay, 1940:35).

İbn-i Sina’nın Milliyeti

İbn-i Sina’nın kökeni hakkında da hayli tartışmalar yapılmıştır. Fars ya da başka milliyetten olduğuna dair iddialar ilmi çalışmalarla çürütülmüştür. Doğduğu yer ve ailesi Türk olduğunun birinci delilidir. Babası Belh’li, annesi Afşana’lıdır ve kendisi Buhara’da tahsil yapmıştır (Bolay,1988:2,3; Günaltyay,1940:23). Eserlerini Arapça ve Farsça yazması da onun Türk olmadığına delil olamaz. O dönemin geçerli ilim dilini kullanmış olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tarihte birçok düşünür, Müslüman olmadıkları halde eserlerini Arapça yazmışlardır. Kendileri Türk olduğu halde Arapça ve Farsça eser yazan bir hayli düşünüre rastlamakta mümkündür (Günaltay, 1940:9,10). Rus araştırmacı Sergejew İbn-i Sina’nın Tacik asıllı olduğunu söylemektedir (Sergejew, 2016:34). Alman araştırmacı Winter ise İranlı olduğunu ifade ediyor (Winter, 2016:35). İran’ın bugünkü haritasına bakarak bir tespit bizi yanıltabilir. O dönemde kuzey bölgeleri başta olmak üzere İran’ın büyük bölümünün Türk toprakları olduğunu unutmamalıyız. İsmindeki “Sina” kelimesinden hareketle İran asıllı olduğu iddiaları da ortaya atılmıştır. Sina aslında filozofumuzun dedesinin ismidir. Kaynaklarda “Sına” şeklinde noktasız yazılıp, okunduğu açıklanmaktadır. Bu kelimenin de tecrübe etmek, sınamaktan türemiş bir isim olduğu bilinmektedir (Günaltay, 1940:25). Bayrakdar ise konu ile ilgili makalesinde “Sina” isminin İngiliz asker ve araştırmacı Henry C.Rawlinson’un araştırmalarına istinaden, Azerbaycan’da bir bölge adından kaynaklandığını, İbn-i Sina’nın dedelerinin bu bölgeden göçmüş olabileceklerini, Kur’an’da geçen Tur-i Sina ve Sina Yarımadası ile bir ilgisinin olmadığını söyler (Bayrakdar, 2015:8-12). Günaltay’a göre İbn-i Sina’nın büyük dedesinin adı Sına’dır. Bu kelime tecrübe etmek manasına gelen Sınamak’tan türemiştir ve Türkçedir (Günaltay, 1940:25).

İbn-i Sina’nın 1952 yılında Hemedan’da bulunan eski mezarından yeni yapılan anıtsal mezarına taşınması esnasında Rus ve Türk bilim adamları kafatası üzerinde ayrıntılı incelemeler yapmışlardır. Gerek Rusya’da, gerekse Türkiye’de uzman bilim adamlarınca yapılan bu çalışmalar sonucunda da İbn-i Sina’nın Türk olduğu kesinleşmiştir (Terzioğlu, 1983:34,35). Kutlu, İbn-i Sina’nın kuşkusuz bir şekilde Türk olduğunu, Türkçeyi iyi bildiğini, Türkçe şiirler yazdığını belirterek; bunun için Anadolu Türkmen boyları arasında bir esatir kahramanı olarak kuşaktan kuşağa anlatılmıştır tespitinde bulunmaktadır (Kutlu, 2017:202).

Sonuç:

İbn-i Sina siyasi çalkantılarla dolu, sık sık göç etmek zorunda kaldığı, ihtilallerle yüzleşmiş; bazen vezirliğe kadar yükseldiği, bazen tutuklandığı, gizlenmek zorunda kaldığı, hastalıklarla mücadele ettiği bir hayat sürmüştür. Gazneli Mahmud, Biruni ve diğer bazı bilginleri zor kullanarak Gazne’ye götürdüğünde İbn-i Sina bunu kabul etmeyerek İran’ın batı bölgesinde hüküm süren Büveyhioğullarının sarayına sığındı, en önemli eserlerini burada yazdı (Ülken, 2017:101; Hodgson, 2017/II:203). Bütün bunlara rağmen tarihte çok az kimsenin başarabildiği yüzlerce eser yazarak bırakmış bir düşünürdür. Onu değerlendirirken içinde bulunduğu şartları dikkate almak gerekir. Bu kadar çalkantılı bir hayat sürerken yüzyıllarca bütün dünyada okutulan eserleri ortaya koymak çok önemli bir yetenektir.

Her ne hikmetse Türk-İslam tarihinde kişiler yaptıkları, ürettikleri, eserleri ve fikirleri ile değil, özel hayatları ve şahsi tercihleri ile değerlendirilmiştir. İbn-i Sina da bu anlayışa kurban gidenlerden biridir. Şahsi yaşantısı ve tercihleri üzerinden sağlam olmayan bilgilerle eleştiriliyor. Öncelikle bu tutum bilimsel bir davranış değildir. Dini ve milli kültürümüzde yeri olmayan ve tasvip edilmeyen bir davranıştır. Yeni nesiller için sakıncalı bir davranıştır. Tecessüs diyebileceğimiz tarzdaki bu eleştiriler rol model kişilikleri önemsiz ve gereksiz gibi gösterebilir. Kişisel teferruatlarla uğraşmak, asıl anlaşılması, düşünülmesi ve yorumlanması gereken hususların üzerini örtebilirler.

Eş’arilik akla büyük önem veren Mutezile’den ayrılmış bir akım olduğu için sürekli akıl ve akılcılarla mücadele etmiştir. Aslında varlık sebebi de budur. Gazali ve taraftarları bu mücadelenin sembol isimlerindendir. Sadece mezhep ayrılığı yüzünden bu kadar ağır eleştiriler yapmak ve işi tekfire kadar vardırmak büyük haksızlıktır. Gazali ve takipçilerinin suçlamalarında, önceleri şii olan ve daha sonra İsmaili olan Hasan Sabbah ve fedailerinin batıni yorumları etkili olmuştur (Fığlalı, 1990:131). İbn-i Sina’nın gözlem, deneyim ve duyusal algılamaları bilgi kaynağı olarak kabul etmesi ve akla çok büyük önem vermesi eleştirilerde etkili olmuştur (Winter, 2016:43). Bu tür problemlerin çözülmesi için ciddi bir alternatif olarak imam-ı Maturidi ve Maturidi ekolünün tanınması, tanıtılması çok büyük önem arz etmektedir. Çünkü Maturidilikte aşırılığa kaçmadan akla değer ve önem verilir. Eş’arilikte ise akıl nakile bağlıdır ve fiil ile teyid edilmesi esastır (Fığlalı, 1990:76,77). Dünyanın en güzel çiçeklerinden biri olan gül aynı zamanda dikenlidir. Gülün dikeni var demek olaya tersten bakmaktır. Dikenin gülü var diyebilmek marifettir. Asırlardan beri bütün dünyanın güllerini derdiği, kokladığı ve gıpta ettiği İbn-i Sina’yı, sırf mezhep taassubu, milliyeti ve hatta kıskançlık Saik’iyle eleştirmek İslam’ın öğretilerine, Türk kültürünün temel değerlerine uymamaktadır. İbn-i Sina’nın Türk olması, Sünni ve Maturidi olması, İran etkisi ile yanlış tanınmasına sebep olmuştur. Bunun acilen düzeltilmesi ve genç kuşaklara rol model kişilik olarak tanıtılması yapılabilecek en güzel hizmettir. Kişileri özel yaşantıları ile değil, eserleri ve insanlığa hizmetleri ile objektif olarak değerlendirebilmek hem ahlaki hem de bilimsel bir yöntemdir. Atatürk’ün şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır”.

BİBLİYOGRAFYA:

İnalcık, Halil, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2016.

Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1979.

Çubukçu, İ. Agâh, İslam Düşünürleri, AÜİF Yayınları, Ankara 1977.

Atay, Hüseyin ve Arkadaşları, İslam Gerçeği, AÜİF Yayınları, Ankara 1995.

Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam’da Bilim ve Medeniyet, Çev: Nabi Avcı-Kasım Turhan-Ahmet Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 2008.

Corbin, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Hüseyin Hatemi, İletişim Yayınları, İstanbul 1986.

Yaltkaya, Şerafettin, İbn-i Sina Kitabı (Hayatı, Risaleleri, Şiirleri), Haz: İsmail Dervişoğlu-Selma Günaydın, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2014.

Kutlu, Sönmez, Türkler ve İslam Tasavvuru, İsam Yayınları, Ankara 2017.

Bayrakdar, Mehmet, “İbn-i Sina’nın ‘Sina’ Adı Üzerine”, Eş-Şeyhu’r-Reis ibn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015.

Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, 2013.

Akyüz, Yahya, “İbn-i Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim Tarihindeki Yeri”, A.Ü.Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.2, Ankara 1982.

Alper, Ö.Mahir, İbn-i Sina, İstanbul: İsam Yayınları, 2014.

Altun, Adnan, “Ortaçağda (476-1453) Türk-İslam Dünyasında Bilim, teknoloji ve Sosyal Değişme”, Bilim, Teknoloji ve Sosyal Değişme, (Editör: Bahri Ata), Pegem Akademi Yayınları, Ankara, 2012. Ss.133-196.

Arabacıoğlu, Celal, Çok Yönlü Filozof Hekim İbn-i Sina, Adana: Çukurova Ünv. Tıp fak. Yayınları, 1983.

Bacanlı, Hasan, Eğitim Psikolojisi, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, 2013.

Bayat, A.Haydar, “Türk-İslam Toplumlarında İbn-i Sina Hikâye ve Fıkraları”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984.

Binbaşıoğlu, Cavit, Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Anı Yayıncılık, 2014.

Bolay, Mehmet, N, İbn-i Sina, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1988.

Cengizhan, Sibel, “Öğretim Yöntemleri”, Öğretim İlke ve Yöntemleri, (Ed:Tuğba Yanpar Yelken), Anı Yayıncılık, Ankara 2015, ss.253-286.

Çilenti, Kamuran, “Bilimin Gelişimi İçinde İbn-i Sina ve Eğitim Teknolojisi”, A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, Ankara 1982.

Çubukçu, İ.Agâh, İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, 1977.

Çubukçu, İ. Agâh, “İbn-i Sina ve Felsefesi”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, ss.93-99, Ankara 1984.

Dağ, Mehmet & Öymen, H. Raşit, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yayınları, 1974.

Eflaki, Ahmed, Menakıbu-l Arifin (Ariflerin Menkıbeleri), Ter: Tahsin Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1973.

Erdiller, Z. Berna, “Erken Çocukluk Eğitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar”, Erken Çocukluk Eğitimi, (Ed:İbrahim H. Diken), Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012, ss.56-90.

Erdoğan, Ömer Faruk, “Gazali Üç Meselesinde İbn-i Sina’ya Karşı Ne Kadar Tutarlı”, Eş-Şeyhu’r-Reis İbn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015, ss.151-186.

Ergin, Osman, İbn-i Sina Bibliyografyası, Ankara: TTK Yayınları, 1937.

Erkol, Ahmet, “Seyfüddin Amidi’ye Göre Cismani Haşr”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.II, ss.181-209, Diyarbakır 2000.

Eş-Şeyhu’r- Reis İbn-i Sina, Ankara: DİB Yayınları, 2015.

Fığlalı, E.Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, Ankara 1990.

Gazali, Ebu Hamid Muhammed, El Munkızu Mine’d Dalal, Ter: Salih Uçan, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2014.

Gazali, Ebu Hamid Muhammed, Filozofların Tutarsızlığı (Tahafütü-l Felasife), Tercüme ve Neşir: Mahmut Kaya-Hüseyin Sarıoğlu, Klasik Yayınları, İstanbul 2014.

Gazali, Ebu Hamid Muhammed, Gerçeği Arayanların Yolu, Gelenek Yayınları, İstanbul 2017.

Gökay, F.Kerim, “İbn-i Sina Sempozyumu Açış Konuşması”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, Ankara 1984.

Gutas, Dimitri, İbn-i Sina’nın Mirası, (Tercüme ve Derleme: M.Cüneyt Kaya), Klasik Yayınları, İstanbul 2004.

Günaltay, M.Şemsettin, “İbn-i Sina’nın Şahsiyeti ve Milliyeti Meselesi”, Belleten Dergisi, C.IV, S.13, ss.1-37, TTK Yayınları, Ankara 1940.

Hodgson, M.G.S, İslamın Serüveni (I-III), Ankara: Phoenix Yayınevi, 2017.

İbn-i Tufeyl & İbn-i Sina, Ruhun Uyanışı Hayy İbn-i Yakzan, (Çev: Yusuf Özkan Özburun ve Arkadaşları), İstanbul: İnsan Yayınları, 2000.

Kahya, Esin, “İbn-i Sina’nın Çocuk Ruh ve Beden Sağlığı ile İlgili Görüşleri”, II. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu, Ankara 2003.

Kaya, Mahmut, “Gazali Filozofları Tekfir Etmekte Haklı mıydı?”, 900. Vefat Yılında Uluslararası Gazali Sempozyumu Bildirileri, MÜİF Yayınları, İstanbul 2012.

Keklik, Nihat, Filozofların Özellikleri, İstanbul: Köprü Yayıncılık, 2001.

Keskioğlu, Osman, Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri, Ankara: DİB Yayınları, 1983.

Maturidi’nin Düşünce Dünyası, Ed: Şaban Ali Düzgün, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2014.

MEB İslam Ansiklopedisi. “İbn-i Sina Maddesi” , C.5/II, MEB Yayınları, İstanbul 1968.

Okumuş, Mesut, “İbn-i Sina’nın Hayatı, Eserleri ve Düşünce Sistemi Üzerine”, Eş-Şeyhu’r Reis İbn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015, ss.17-44.

Okumuş, Mesut (1), “Felsefi Tefsir Bağlamında İbn-i Sina’nın Kur’an Sure ve Ayetlerine Yaklaşımları”, Eş-Şeyhu’r-Reis İbn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015, ss.253-311.

Önder, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Anı Yayıncılık, 2014.

Önder, Mustafa & Kanak, Mehmet, “Teaching Values with Stories and Tales in the Preschool Period”, Journal of Education and Practice, Vol: 8, No: 30, p.143-149, Hong-Kong 2017.

Sergeyew, I. & Winter, K. & Bloch, E., İbn-i Sina Aklın Ustası, (Ter:Mehmet Çallı-Gazi Ateş), İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2016.

Sakaoğlu, Saim, “Türk Halk Masalları Üzerine Ebu Ali Sina Hikâyelerinin Tesiri”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984. ss.501-522.

Sayılı, Aydın, “Uzun Yılların Ardından İbn-i Sina”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, Ankara 1984.

Senemoğlu, Nuray, Gelişim, Öğrenme ve Öğretim (Kuramdan uygulamaya), Ankara: Yargı Yayınevi, 2013.

Sezgin, Fuat, Bilim Tarihi Sohbetleri, (Söyleşi: Sefer Turan), İstanbul: Timaş Yayınları, 2015.

Terzioğlu, Arslan, “Şimdiye Kadar Bilinmeyen Bir İbn-i Sina Portresi İle Yeni Bulunan Bazı Belgeler ve Son Araştırmalar Işığı Altında İbn-i Sina’nın Türklüğü Meselesi”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, Ankara 1984.

TDV İslam Ansiklopedisi, “İbn-i Sina Maddesi”, C.20, İsam Yayınları, İstanbul 1999.

Topdemir, Hüseyin Gazi, Doğunun Sönmeyen Yıldızı, İstanbul: Say Yayınları, 2009.

Topdemir, Hüseyin Gazi, İbn-i Rüşd, Say Yayınları, İstanbul 2013.

Topdemir, Hüseyin Gazi, İbn-i Sina ve Bilim, TDV Yayınları, Ankara 2015.

Ülken, Hilmi Ziya, Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ankara 2017.

Yaltkaya, Şerafettin M., Büyük Türk Filozof ve Tıp Üstadı İbn-i Sina: Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Ankara: TTK Yayınları, 2014.

1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası, İstanbul: FTSC Yayınları, 2010.

Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, ty.

Teaching Values with Stories and Tales in the Preschool Period

Abstract
The preschool period is a time when children develop their character and they gain skills they can use throughout
their life. During this period, national, religious and moral sentiments of children are shaped and they internalize
the values they learn. It is not possible for preschoolers to learn values cognitively through reading, writing, and
listening. The introduction of affective and pscyho-motor dimensions requires conscious efforts of role models.
The most important materials used for teaching values during the preschool period are stories and tales. We
believe that this theoretical study examining how stories and tales can be used as a material to teach children
values will be helpful for teachers involved in preschool education, families, program development experts and
the relevant departments of the ministry.
Keywords: Preschool Education, Story, Tale, Value Education

Introduction
In recent years, value education has been increasingly important and incorporated in the school curriculums. The
debates on how to teach values are still ongoing; however, what is certain is that value education is necessary
and the foundations of this education are laid during the preschool period. Therefore, the preschool period and
family education become prominent. Particularly, it is necessary to define the goals of value education during the
preschool period and to plan the methods and activities that will help achieving these goals. As Dewey indicates,
value and moral education cannot be provided separately inside and outside of schools. Pointing out the
importance of religious education for the first time in the middle ages, J.A.Comenius indicated in his book “The
Great Didactic” as follows: “Wool is so tenacious of the color with which it is first dyed, that it cannot be
bleached. The wooden hoop of a wheel, which has been bent into a curve, will break into a thousand pieces
rather than return to straightness. And similarly, in a man, first impressions cling so fast that nothing but a
miracle can remove them.” (Comenius, 1964:49).
Although the ethical and philosophical aspects of value education are given more importance in Turkey, it
seems that the teachers of Religious Culture and Moral Knowledge have been left holding the bag regarding
value education. Institutions are expected to act in coordination and contribute to value education by using the
hidden curriculum. Another important thing is to plan which values to teach and how, when and by whom to
teach them, without making repetitions and boring students. We have to ask the questions, “Can everything
adults ask their children to do to satisfy their subjective feelings be considered as a value?” and “What is the
place of doing well at school and exams in value education?”
All kind of emotions, thoughts, behaviors and rules generally accepted or adopted by a society are called
values. United National Education Science and Cultural Organization (UNESCO) defines values education as
“the educational efforts made to help children and young people explore positive values, improve them and
proceed based on their own potential”. Education plays an important role in conveying the system of values for
the ideals of a society to the individuals. It is not possible to think of an education system without values. The
real question should be “Which values should be taught at schools and how should they be taught?” instead of
“Should schools provide values education?” Preschool period is of critical importance in the field of values
education, just as in other fields. Tales, stories, jokes, poems and songs are the materials that can be used to teach
values during this period. This study mostly focused on the use of tales and stories.
Tales and Stories in Teaching Values
Stories and tales are important text materials used in education. The fairy tale world is a real world for a child.
The use of these texts can help children better understand and internalize the moral and religious values.
Through these texts, children can be guided to the right path, can build an attachment with the storytelling adults
and learn to love and being loved (Günay, 1979:17). The French author George Duhamel points out the
importance of tales in child education as follows: “Imagination of children unavoidably pushes them to be
occupied with tales. Even if we don’t tell them tales, they can create their own. We should at least help them by
telling tales” (Demiray, 1962:24). The use of stories and tales has been adopted as a method in modern education
in the US and Europe, and recently in Turkey (Crawford, 2009:49-61). Although some atheist scientists like
R.Dawkins indicate that telling tales to children makes them “supernaturalist”, leading them to move away from
science and believe in god, it is evident that this thought is not scientific (Dawkins, Hürriyet/09.06.2014). Some
theorists like Boileau and J.J. Roussseau also opposed to the idea of using tales in child education on the grounds
that tales cause them to move away from real life, thus leading them to false beliefs and preventing logical
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
144
reasoning (Kantarcıoğlu, 1991:21).
However, those arguing that tales and stories are important materials in education predominate. Aydın
points out the role of stories in education as follows: “…education should primarily consist of patterns aiming to
help learners gain emotions like emphatic awareness, sensitiveness, kindness, grace, tolerance, understanding
and affection. In this sense, stories serve as a mirror at which people can look themselves and the life they live.
In real life, stories have a mystical power that reflects the wisdom and hidden and explicit troubles of humanity.
Therefore, education is, in a way, an art of storytelling and understanding… It is extremely difficult for an
education system that does not have its own stories and does not know how to use stories to mature in mentally,
intellectually and emotionally…” (Aydın, 2012:III,IV)
Piaget and Kohlberg also used stories to examine the moral development of children (Doğan-Tosun,
2003:107-111; Bacanlı, 2011:108-111; Senemoğlu, 2013: 66-75). It is important to note that telling stories to
examine moral development of children and developing theories based on their answers are different from
teaching children values through storytelling. It is also important to distinguish between technical use of stories
and the use of story contents. Stories and tales are important sources for true religion, love of God and knowing
people. We can see it clearly in Andersen’s fairy tales (Andersen, 2011; Aydın, 2011:49). Stories and tales have
some advices and they carry educational value. The style used in stories is also easy to understand. Through this
technique, even the most difficult issues can be explained and remembered easily. If a story is taken from a holy
book and has a religious dimension, it is more effective (Bilgin, 1994; 51-54; Aydın, 2005; 268,269). Tales have
an important role in attracting children’s attention to events and objects and developing their thinking skills.
Those who were not told tales when they were children do not have sufficient thinking skills. Tales know no
limits in terms of events and objects. Anything can happen in a tale. There is no limit to thinking. A bird we ride
on takes us to the Mount Qaf within seconds. The children growing up with tales have no limit to their thinking
(Başar, 2013; 54). One of the most important criteria for a child to be creative is to get beyond the usual areas
defined by traditions and to push to the limits.
How can we use tales and stories?
We can list the advantages of telling tales and stories to children as follows:
1- It facilitates the improvement of children’s memory;
2- It provides the perfect preparation for composition;
3- It helps introducing historical and literary personalities and statesmen to the children;
4- It improves the literary taste of children;
5- It helps fixing the pronunciation problems in children;
6- It helps the development of conscious in children (Charrier-Ozouf, 1972:207-210).
The aim of storytelling is to attract children’s attention, to please them and to keep their mind fresh.
Therefore, it is used in education. Besides, the most important advantage of storytelling in terms of education is
that it helps headstrong and idle minds get accustomed to staying focused and builds attachment between
teachers and students. Moreover, storytelling improves the imagination of young minds, opening new horizons
and helping to gain reasoning skills. The fact that joy and taking pleasure are perfect and important factors for
mental abilities shows how important the role of storytelling in education is (Emre, 2000:15,17).
To Polat and Tosun, the behaviors told in stories and tales are presented with their causes and effects;
therefore, stories and tales instill the act of transforming moral values into behaviors. Listeners may establish a
connection between the experiences of the characters in the story and their experiences, observe the mental and
sentimental reflections of the behavior models they care and approve or criticize their emotions and behaviors.
This means establishment of communication and dialog between the teller and the listener, which is extremely
important in terms of education (Polat-Tosun, 2015:375). It will be a more effective if the message in the story
or tale intended to be conveyed to the child listeners is not directly told and they are expected to think, feel and
express it themselves. Stories improve the students’ ability to express, think and interpret.
What is important is to decide which story or tale would be appropriate for the age of listeners and to
choose the wording carefully. Not all stories and tales are appropriate for every age group. Experiences and the
preferences of children might be guiding rather than a deep psychological knowledge. Turkish culture is
uniquely rich in tales, jokes and stories. We may single out the jokes of Nasreddin Hodja as an exception.
Usually requiring making an inference from what is told, the jokes of Nasreddin Hodja may not be appropriate
for children who do not have the abstract thinking ability. In his book, Ahmet Cevat told that children mostly
like fairy tales, wolf tales, funny tales and history stories, pointing out that each story type has a different
educational focus and improves the abilities of children. He emphasized that all story types, especially history
stories, would make a great contribution to the development of the feeling of patriotism, national and religious
feelings, brotherhood and spirituality (Emre, 2000:18-23).
The stories for children should have three important features:
1- Constant change: Children are instinctively addicted to change. Stories with intricate feelings that hard
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
145
to understand are only helpful for children of older ages. Therefore, what characters do is important in
the chosen story rather that literary descriptions, complex structures that confuse the mind and rules of
logic.
2- Simple and plain miraculousness or mysteriousness: If the characters and events are not simple, the
imagination of children cannot comprehend them. The story elements should be simple and appropriate
to mental background of children. Imaginations that the minds of children are not familiar with lead to
distraction and kill the pleasure. Imaginations that do not require much mental effort attract the
attention of children.
3- Repetition: Just like a mathematician enjoying solving a difficult problem with a chain of equations,
children easily understand each event in a story, try to get the whole picture and enjoy doing this.
Repetition helps them do so. If a story includes poetic and simple nursery rhymes, it is appropriate for
preschoolers (Emre, 2000:29,30).
The American Miss Sara Braynt whose book Ahmet Cevat Emre said had inspired him indicates that the
storyteller should taste the spirit, delicacy and, so to speak, “the salt” of a story and should know the story as
required so that it can be effective on children. Knowing a story does not mean memorizing it, but telling it by
experience. A calm, steady and good tone of voice and pronunciation makes a story effective (Emre, 2000:32-
37).
We can use stories and tales in education in three ways: We can share an existing story and expect them to
perceive the intended message. Stories from the Quran, hadiths about the ancient tribe that use the story
technique, the literary works about children can be used. Students may be encourages to write their own stories.
This helps them use their imagination effectively and achieve effective learning. An existing story or a tale can
be left at a moment of peril and the students can be expected to complete it (Polat-Tosun, 2015:375).
There is no need for moral explanations and advices at the end of the stories. They already consist of such
explanations and advices and they are conveyed to the child’s soul. If children realize that a story is structured
and told to give them moral lessons, they cannot look at it as an entertaining and heart-warming piece of art, but
rather as a boring lesson. A child made the following explanation about such stories: “Stories are good, but there
is always a boring supplement at the end of them” (Emre, 2000:37). Stories help children make an identification
with the characters and feel that they are not alone and unsupported (Brooks, 1985: 761-769). Works of Ömer
Seyfettin, Ziya Gökalp, Ahmet Cevat Emre, Ayhan Aydın, Mevlana (Mesnevi), Özer (Özer, 2014) and Salzmann
(Salzmann: 2004) can be used for this purpose. The stories from the world literature or Turkish literature
selected by Aydın, fables told in Mesnevi, the stories by Ömer Seyfettin that highlight national feelings can be
used for children of all ages. What lies behind the success of Andersen in this field is his use of colloquial idioms
and phrases, his way of associating the tale world with the real word and his ability of taking children to a
journey from the language of the outer world to the language of the inner world through the use of speaking
animals (Andersen,2011:9). Beyza Teyze’den Hikâyeler (Stories from Aunt Beyza) which aims to use the stories
from the Quran in education is a very important resource to be used (Bilgin, 1993).
In the preschool period, story completion, story reading and telling and picture book reading are covered
within the scope of Turkish course activities. Storytelling which helps the children who can’t read and write yet
is the responsibility of family elders in the home and of teachers at the school. It requires the use of some
techniques. A story appropriate to the interest and level of children should be selected. The teller should know
the story well. New stories or those already known should be told. During the telling of a story, an enthusiastic
tone of voice changing depending on the characters should be used. Eye contact with the children should be
maintained and all concepts and words should be expressed clearly. The teller should correspond the meaning by
changing the voice, pitch and speed of tone. Pauses should be used while moving from one event to another.
Proper tone of voice and mimics should be used and student participation should be promoted by activities such
as collectively saying the sentences in the story (Zembat et al. 2013:325).
Teachers should meet the following criteria if they want their students to reap the benefits of the stories and
tales told by them:
1- Making children to repeat the stories on their own;
2- Making children to perform the plays of the stories;
3- Giving stories as painting or handcraft assignments (Emre, 2000:38).
Tales and stories have the power to impress not only children, but also adults. While mentioning about the
effect of stories, Ahmet Cevat asks the following questions: “Which one do you think impress and haunt the
reader, pages of a moral book full of scholarly opinions, provisions and advices or a nice novel which describes
the realized version of moral subjects, so to speak, their “animated” version? Then he asks “Which one is more
effective, a written story or a story told by someone?” and answers this question as follows: “Which one
impresses us more, reading a novel or watching a play adapted from that novel? Of course, the theatre play”
(Emre, 2000:13). Charrier and Ozouf pointed out the contribution of selected works to the moral development of
children and emphasized that it would be more tasteful and understandable if a moral behavior intended to be
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
146
taught was mixed in a story, tale or a joke. In this way, that behavior is concretely presented to the learners. A
simple moral lesson bores children; however, the beauty of a tale eliminates the simplicity of a moral lesson
(Charrier-Ozouf, 1972:210).
Tales and stories make great contribution to the self actualization, language development, socialization and
integration into society of children as well as their value judgement. Besides, they help children be optimistic in
life, respect to the environment and others, make sense of the concepts of good-bad, right and justice as well as
contributing to their emotional, cognitive, mental and psychosocial development in terms of the issues such as
lying, bravery, and honesty (Zembat, 2013:324; Kantarcıoğlu, 1991:17). Education includes patterns that teach
the socially accepted values to individuals as emotional transformations. In this sense, stories and other similar
texts serve as a mirror at which people can look themselves and the life they live. From this point of view, Aydın
describes education as “an art of storytelling and understanding.” and points out that it is extremely difficult for
an education system that does not have its own stories and does not know how to use stories to mature in
mentally, intellectually and emotionally (Aydın, 2012:5,6). Tales and stories also have the function of facilitating
understanding abstract expressions which stall the learning process as well as making an expression
understandable by means of concretization (Okumuşlar, 2006:238). Even the most difficult subjects can be
taught easily by means of the story technique and can become memorable. Religous stories are effective in the
development of religious understanding. Such stories are first told by family members, and then religious
officials and teachers. Due to the psychological effect of stories, they cannot be forgotten and can be passed
down from one generation to another (Bilgin, 1994:51,54,55).
Berkowitz suggests paying attention to the following criteria for the character development of a child.
These criteria are closely related to values education.
1- The behaviors of people towards the children have a tremendous impact on their character development.
Adults should behave affectionately, honestly, supportively, openly, coherently and respectfully.
2- The behaviors of adults towards each other in front of the children are also effective. Children
constantly watch and imitate their parents, teachers and the other adults around them.
3- Schools should want all their students to be well-natured individuals and, to do so, should implement
the hidden curriculum consciously together with their whole staff.
4- Children should encounter and adopt positive character traits in schools. Teachers, administrators and
other school staff take various responsibilities in this sense.
5- The children should be provided with the opportunity to practice the good character traits they imitate.
6- The children should be allowed to talk about, discuss and respond to religious and moral issues and
values. They should be provided with such an environment.
7- Families should support schools and share the efforts they made for character development and values
education. They should attend should activities and meet with the teachers (as cited in: Balat,
2012:31,32).
It is important to note that there was an instruction for teaching sayings and poems in addition to the
activities such as swimming and horse riding in a text written by Umar rumored to be distributed to all regions
and considered as the first curriculum during the early years of Islam (Çelebi, 1976:45). We should remember
the sincerity and sentimentality Ömer Seyfettin’s “İlk Namaz” (First Salaat) and how the worship, prays and the
Quran recitation affected him (Seyfettin, 2013:9-16). The studies conducted in this field can be used (Aydın,
2012; Bilgin,1993; Akıncı,2001)
In the West, stories have always been important in religious education. The priest and religious educator
Christoph von Schmid points out the importance of stories in religious and values education based on his
experiences as follows: “My father used to tell me stories with special care and in a sincere and respectful way.
Some of them were religious stories. The things he told about the Lord, who cared the first man like a father
caring his children affected me deeply, and more than the high-level concepts about God my religious teacher
tried to teach us although they were not appropriate for children. With simple Bible verses, I found the Lord,
the maker of heaven and earth, and developed a childish love and respect to him” (Tosun, 2013:170,171).
According to the German educator Stachel, the story technique is a technique that helps children understand
religious subjects easily. A style of speaking is developed between the tellers and the listeners, and this style
takes them to the signs of God’s words (Stachel, 1977:59,60). In German, documents that incorporate stories,
poems and concepts designed to teach children values and moral behaviors are used intensively at schools
(Thömmes, 2015:24-27). Such studies may guide us regarding the methods and techniques. Stories and tales
about our religious and national culture should be used intensely in the education of children and the story
technique should be used to help them understand abstract and metaphysic subjects. While doing so, age groups,
language of the story and what issues the story sheds light to should be taken into consideration. The concepts
used in a story constitute another important factor to consider. The concepts that children can understand should
be used or the instructors should try having the students find the concepts they want to teach. It is possible to
achieve this by taking account of the natural interests and needs of the children.
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
147
Let’s take a look at what a kindergarten teacher said in the diary in which she kept records of her
experiences: “…During the religious education hours, the children were not active as much as they were in other
activities and they wanted me only to tell stories. I made a continuous effort to give this course a new appearance.
I began to have little chats with the little children. One day, we began to talk what we like and about the
creatures we like. It came to the beauties and good things God created. We listed these things for a while and
came to an agreement that “there are many reasons to thank God”. Then I brought a book and put it on my desk.
The book stayed there for three weeks. During this period, the children told me the things we should thank God
for and I wrote them down in the book. They made pictures and I glued them on the book. Then we examined
the book together. We talked about prayers and being good. We tried to make up and write small prayers. Some
were very good at it, while others were not into it. Then we memorized a small prayer as a class.” Here is a
prayer by a six-year-old written in the book of the teacher:
Thank you for the sun that shines
And food we eat
And the snow that falls and the rain that falls
And the plants that grow and the birds that fly
And the color books you gave to us.
Lord, thank you. (Goldman, 1978:95-97).
Preschoolers should learn to express their religious descriptions, feelings, attitudes, behaviors and
experiences using their own words (Selçuk, 1991:50,51). Teachers should encourage them to do so. The most
common prayer said in the kindergartens in Turkey is as follows:
Before I eat my meal,
I raise my hands for prayer,
Please Lord,
Bless me with intellect, health and honesty,
Bless me with good traits.
If I don’t eat,
I cannot go to school,
Let’s eat quickly and go to school.
And pray to the Lord,
Who protects us all,
Amen!
May our meal be one of joy,
May our drink be one of healing,
May all of us enjoy our food. (Selçuk, 1991:51)
These examples show that poems and songs can be used in value education during the preschool period.
For the sake of the children, Bilgin calls for all those working in the field of education as follows:
“Here is my request to all performers and all those literate people who may contribute to this issue:
Please do not destroy the children’s fantasy. I am of the opinion that a mistake has been made in today’s world.
There is a wrong practice of finding only the wrongdoings, problems and guilts worthy to put down on paper or
display. If we continue doing so just in order to become popular, some children and young people will
unavoidably be guided to negative behaviors. I don’t mean hiding the problems and misdeeds. But, we cannot
protect the children and young people, even ourselves, by highlighting only the problems and hoping to have
some lessons learned from them. In order to improve our ability to choose and to allow for making personal
preferences, what is negative, positive, right, wrong, good, bad, beautiful, ugly, halal, ill-gotten should be
addressed together with the effects they will bring on the life as a whole. As the adults, we should first remember
what is good, right, beautiful and halal with the importance they deserve. As the ones using their knowledge for
good, we should flush them out. Let’s pay compliments to them, introduce them again and again with knowledge
and delicacy in the tales, poems, stories, novels, songs, folksongs, drawings, roads, bazaars and everywhere.
Let’s show people that we have things to be praised and feel happy about as much as those we complain of, and
show them how we can add many more. Let’s give people a new soul and excitement. I ask our people for help.”
(Bilgin, 1995:78).
Hidden Curriculum and Values Education
Educators indicate that schools have two types of curriculums. The first one is the written curriculum prepared
by authorized public or private institutions. Schools are obliged to implement this formal curriculum. The second
one is the curriculum that is not written and explicit like the formal one. This curriculum is argued to have more
impact on students than the formal one. This curriculum is also known by the names such as “hidden
curriculum”, “implicit curriculum” and “verbal curriculum” (Yüksel, 2004:7,8). The concept of hidden
curriculum was first introduced in 1968 by Philip W. Jackson.
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
148
Curriculums usually incorporate in-class activities and formal education. Extracurricular, social and verbal
activities are covered within the scope of hidden curriculum and they are said to have more impact on the
students than the formal curriculum. Effective planning of extracurricular time and activities is much of help to
the students in behavior development. From this aspect, the concept also has sociological importance. Teaching
values to the students through hidden curriculum emerges in the interactions between the students and teachers,
either intentionally or unintentionally. Hidden curriculum is more of a program run together with the formal
curriculum that depends on the behaviors of teachers and administrators and the system of beliefs and values
they have. The school environment, the interaction pattern provided by the school to the students and the cultural
attitude are the elements of hidden education (Merter, 2013:32).
What makes hidden curriculum critical is that it is more effective during the process of learning values than
the written curriculum despite its being verbal. Ethics courses in the formal curriculum do not necessarily make
the students ethical. Here, behaviors of the teachers as role models are of high importance. Another important
point is that administrators and teachers should be aware of this curriculum and process and should be involved
in it consciously. Value education can be provided everywhere humans live. Adults are positive, negative or
neutral models for the students. Schools, shuttle buses, sports activities and games are all part of the value
education. The curriculum, books and the way of teaching shape the value education (Ulusoy-Dilmaç, 2012:
60,77,78).
Conclusion and Suggestions
From the ancient times to the present, the most important purpose of families, schools and society has been to
raise ethical and hardworking generations that will exhibit the behaviors they want. Throughout this period
including today, humanity unfortunately failed to raise young people equipped with the desired traits to the full.
Almost everyone complains about the schools and agrees on the fact that young people grow up lacking in some
traits. If we ask they are like that:
Everything planned and implemented to raise new generations, i.e. children, are is prepared by the adults.
We need to achieve looking from the eyes of a child. To this day, we have tried to manage the events “looking
from the outside” and to obtain results from the curriculums we implemented. Now, we should set this aside and
try to proceed by “looking from the inside.” I suppose it is not necessary to emphasize the importance of
empathy. The question is whether the families are at a level to teach values to their children. We have to answer
this question “no”. In our society, values are taught by giving advices and dictating. Then how should it be?
Child raising by being swamped with books or learning through books is not a valid methods for the families of
the Turkish society. It seems that the teachers of Religious Culture and Moral Knowledge have been left holding
the bag regarding value education. However, this education should be provided in all courses by all teachers.
Students and behaviors are parts of a whole. Therefore, schools should teach values with their teachers,
administrators and other school staff using its infrastructure and acting together with the families.
However, there is no need to worry much about our children. Through opening our eyes wide, we can
achieve what tens of books in our traditional culture and education could not achieve. Over discipline to educate
or giving free rein to provide freedom is not a good method. It is also not a solution to pass the buck only to
families or schools and take the easy way out. First, parents should be affectionate, cheery and friendly, and they
should intend to educate their children in real terms. Teachers should also have the same feelings and should
value the children and give confidence to them. Being sincere may solve every problem. Coherence between
what we say and what we do is a sign of sincerity. If our advices and recommendations are only at a cognitive
level, they cannot be effective on the children. We should move them to the affective and psychomotor levels so
that they can be effective. As Salzmann indicates, if we want to teach values to the children, we should first
teach them to the adults together with how they should convey these values to the children.
We should increase the number of activities in the curriculums and course books that require the
participation of families. Maybe, we should first clarify the family-school relationship. One of the most
important problems of the preschool education is the lack of communication between families and school.
Therefore, preschool teachers should feel themselves sufficient and ready in this regard. It would be helpful to
focus attention to the subjects regarding the family-school cooperation in the undergraduate programs and to
provide the students with the opportunity to practice it in the Community Service Practices course. We should
not only assess the students in terms of their cognitive skills, but also assess them in terms of their affective
behaviors and we should make this assessment realistically with the family-community-school cooperation.
Having knowledge of how children learn will be helpful to us in teaching values. We may have given harm to
the learning ability of the children with some of the education methods we used (like root learning).
Children need model behaviors rather than verbal warnings. They can learn abstract subjects through the
use of concrete objects. Especially during the early childhood, it is necessary to endear the value referenced
behaviors and the adults exhibiting these behaviors to the children instead of teaching them values. The first
condition of achieving all of these is a sincere and affectionate family with honor and strong personality.
Journal of Education and Practice http://www.iiste.org
ISSN 2222-1735 (Paper) ISSN 2222-288X (Online)
Vol.8, No.30, 2017
149
Adoption and imitation of undesirable people and behaviors by the children is only possible temporarily. During
the period of teaching values to the children, we should use the method of endearing and voluntariness instead of
shaping and imposing. We should set emotional and contradictory behaviors aside and be realistic and coherent.
It is not possible for the preschoolers to learn values by reading books. Therefore, we should pay attention to
choosing the subjects corresponding the real life and using a plain and understandable language free from
figurative meanings and symbols. The way to do these is to use stories and tales appropriate for children. The
best gift to give them is to teach them the values that will give meaning to their life. Let’s finish with a quote
from Salzmann and a hadith related to the subject: “Raising a good child is better than a wealth full of treasures;
because they are living treasures.” (Salzmann, 2004:7). “No parent can give a child a better gift than good
manners.” (Tirmizî, “Birr”/ 33)
REFERENCES
Adak-Özdemir, A., Özdemir-Beceren, B. (2013).“Hikâye ve Öyküleştirmenin Okul Öncesi Eğitim Yöntemi
Olarak Kullanılması”, Okul Öncesinde Özel Öğretim Yöntemleri 3.Baskı, (Ed: Zembat, R.), Ankara: Anı
Akıncı, A.(2001). Din eğitiminde etkili bir yöntem. Hikâye. İstanbul: Feza Yayınları
Andersen, H. C.(2011). Masallar. (Çev: Alpay Ertem) İstanbul: Şule Yayınları
Aydın, A.(2011). Eğitim sevgidir. Ankara: Pegem Akademi
Aydın, A.(2012). Eğitim hikâyedir. Ankara: Pegem Akademi
Bacanlı, H.(2013). Eğitim psikolojisi. Ankara: Pegem Akademi
Başar, H.(2013). Nasıl düşünelim. Ankara: Pegem Akademi
Bilgin, B.(1993). Beyza Teyze’den hikâyeler (I-VI). Ankara: Gün Yayıncılık
Bilgin, B.(1994). Ahlak Terbiyesinde Dini Hikâyeler, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, S.1,
Bilgin, B.(1995). Çocuklarımızın Duyguları ve Duaları, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, S.2,
Charreier, C. & Ozouf, R.(1972). Yaşanmış pedegoloji. (Çev: Nejat Yüzbaşıoğulları), Ankara: MEB Yayınevi
Comenius, J.A.(1964). Büyük didaktika, (Çev: Hasip Aytuna). Ankara: MEB Yayınları
Crawford, A., Saul,W., Mathews, S. R. & Makinster, J.(2009). Düşünen Sınıf İçin Öğretme ve Öğrenme
Yöntemleri. (Çev: Pelin ATASOY, Esin Uzun OĞUZ, Sami GÜLGÖZ). İstanbul: Biltur
Demiray, K.(1962). Türkçe çocuk edebiyatı. İstanbul: MEB Yayınları
Doğan, R. & Tosun, C.(2003). İlköğretim 4.ve 5. sınıflar için DKAB öğretimi. Ankara: Pegema Yayıncılık, 2003.
Gildhoff, K. F., Mischo, C. & Castello, A.(2015). Entwicklungpsychology für Fachkrafte in der Frühpadagogik.
München : Carl Link Verlag
Goldman, R.(1978). Readiness für religion, a. basis for developmental religious education, London : Routledge
and Kegan Paul
Günay, U.(1979). Çocuk edebiyatı ve masallar, Divan Dergisi, S.8, Haziran
Kantarcıoğlu, S.(1991). Eğitimde masalın yeri. İstanbul: MEB Yayınları
Koglin, U. & Petermann, F.(2012). Verhaltenstraining im kindergarten. Göttingen: Hogrefe Verlag GmbH
Merter, F.(2013). “Okulda ve Sınıfta Örtük Program Aracılığıyla Değerler Öğretimi”, 1.Ulusal Değerler Eğitimi
Kongresi Bildiri Özetleri, s.32,33, Ankara: Pegem
Okumuşlar, M.(2006). Din Eğitiminde Etkin Bir Yöntem Olarak Hikâye. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, S.21, s.237-252
Özer, M.(2014). Değerler eğitimi. Ankara: Berikan Yayınevi
Polat, M. & Tosun, A.(2015). Kıssa, öykü ve şiir ile öğrenme. düşünen sınıflar için DKAB öğretimi 4.Sınıf. Ed:
Cemal Tosun-Mizrap Polat, Ankara: Pegem Akademi
Salzmann, C.G.(2004). Nerde hata yaptık. (Çev: Zeki Karakaya). Samsun : Etüt Yayınları
Selçuk, M.(1991). Çocuk Eğitiminde Dini Motifler (Okul Öncesi Çağ), Din Öğretimi Dergisi, S.26, s.32-53
Senemoğlu, N.(2013). Gelişim, öğrenme ve öğretim. Ankara: Yargı Yayınevi
Stachel, G.(2009) Günümüz ailesinde din eğitimi, okul öncesi çağdaki çocukların din eğitimi. (Çev: Mustafa
Önder) Tokat: Arı Ofset.
Thömmes, A.(2015). Die Schnelle Stunde (Ethik). Auer Verlag, Kempten
Tosun, C.(2013). Din eğitimi bilimine giriş. Ankara: Pegem
Ulusoy, K.,& Dilmaç, B.(2012). Değerler Eğitimi. Ankara: Pegem Akademi
Uyanık-Balat, G.(2012). Okul öncesinde değerler eğitimi ve etkinlik örnekleri. Ankara: Pegem Akademi
Yüksel, S.(2004). Örtük program eğitimde saklı uygulamalar. Ankara: Nobel

J. J. Rousseau, Emile and Religious Education

Copyright©2018 by authors, all rights reserved. Authors agree that this article remains permanently open access under the terms of the Creative Commons Attribution License 4.0 International License
Abstract J. J. Rousseau, thinker of the Age of Enlightenment, breaks a new ground in education with his work Emile. In his novel, Emile is the name of the child he has grown up imaginatively. Rousseau, describing Emile’s life and his relationship with his instructor from birth to adolescence, discusses teacher-student relationship, and he defends that children are innate, pure and noble, and that they must be protected from the negative effects of society. This vision, called the return to nature and aiming to protect children from society’s artificiality and self-esteem, is recognized as Naturalism in education world. The basic idea of this movement is that child development is carried out without undue interference and limitations. Parents and educators should be good observers, helpers for providing appropriate experiences, and should be in a position that allows children to grow according to their natural abilities. Rousseau, recommending Robinson Crusoe lifestyle, is opposed to compulsory and restricted education. Rousseau himself, who seems to have influenced many thinkers such as Daniel Defoe, Pestalozzi, Froebel, Dewey, Vygotsky and Piaget, has also been influenced by others. Emile is thought to have been influenced by the work Hayy Ibn Yaqzan written by Avicenna and Ibn Tufail centuries ago. Rousseau also mentions religious and moral education in his work. To him, it is more meaningful to teach children how to choose truthfully, how to choose by using their minds and experiences and to respect their free will, rather than giving them a religious education shaped and modified by society. Although it is not possible to practice today, important points to be taken into consideration in religious education draw attention. In our theoretical article, we have tried to investigate the still-influential Naturalism movement and Rousseau’s views on religious-moral education, and contribute to the field. We aim to create an awareness of this subject which has not been researched by any independent study.
Keywords Avicenna, Ibn Tufail, Rousseau, Emile, Religious Education

1.Introduction
J.J. Rousseau, who lived in the 18th century (1712-1778), is considered one of the forerunners of the Enlightenment movement. In this period when the tendency to connect nature and man with a new passion has been seen, the thought that the individual attaches importance to other values than himself emerges. This period in which rationalism, sensualism and mysticism have been popular, experimental and sensory approaches that attach importance to scientific thought in order to provide better living conditions to human beings, are optimistic about all the developments of the period [1]. Rousseau is distinguished from other thinkers of the period with his views on the unconditional acceptance of all that life brings and the betterness of man’s future. Rousseau’s goal has been to show that the nature of man is a good being, but worsened by traditional perceptions of institutions and society. For Rousseau, the difference between man and animal is the ability of man to act freely. The spiritual power of man especially manifests itself in this freedom consciousness. It is very important for people to have the will of choice in the face of circumstances [2].
Throughout the time we live, we are being trained by people and matured with the things we experience from events that affect us. When the way created by trainers for us and the appropriate way to our genesis point out opposite directions, we are living spiritual reactions. Knowing that the end of the way they want us to walk will not bring us happiness, we are not encouraged to walk in the other way. As we have been fighting and rippling all our lives, we are completing our lives without harmonizing with ourselves and doing good things for neither ourselves nor others.
We must free the children to reveal their talents and to be what they want to be. We must teach them not to be judges, soldiers, or clergy, but to live. In fact, before our children become a profession, they have to be human. Because a person can be what s/he wants to be or what s/he should be, then s/he can give up and become something else, but s/he must always remain herself. The most distinctive aim of Rousseau in Emile is to protect man’s natural well-being and create a society that is fully developed. Education right should be presented to all children and members of society. Educational aim is to nurture the natural values and to improve social unity, social equality. Education should protect the child from all evil. If we train the child
1540 J. J. Rousseau, Emile and Religious Education
according to his tendencies and abilities, the child will find a solution to the future needs. Education should start in the family and then be taken over by the state. We can summarize the two important views of Rousseau that will be the basis for education: a- Education should be discussed by considering the child’s instinctive interest and activities. b- Education should be discussed in parallel with the development of the child [3].
Rousseau, penning the Social Contract, must be understood that people cannot solve the problems between them with a set of written contracts, then by writing Emile, or On Education, Rousseau is convinced that people can be ameliorated only with education and social problems can be eliminated with this channel. The first edition of Rousseau’s book was published in 1762, but the book was forbidden in Paris and Genoa at that time and was burnt publicly. After all, when the French Revolution began, this book was used as a source of education, but dear Rousseau could not see it [4].
In his book Emile, or On Education, Rousseau bases education on 7 principles:
1.Giving self-esteem to childhood: Rousseau has saidthat the childhood should be evaluated in itself, andit is not true to discuss childhood as a preliminarystage in the transition to adulthood.
2.Investigating childhood: It is not true to educate achild as a citizen without researching the childhoodand evaluating it as the beginning of human life. Inchildhood, the child is in the process of generatinghimself physically, intellectually, emotionally, andthis process is very important as it is fundamental.
3.Negative education: The concept of morality mustnever be included in the education of children untilthe child is 12 years old. Because the sense ofmorality that we inflict on the child is more of anindividual understanding of the teacher or trainerwho trains him, and this will eventually turn into theimmorality of education.
4.Learning by experience: For Rousseau, there arethree types of teachers. Nature, Society and the Case[5]. Nature develops our abilities and power, andsociety develops where we will use our power andability. The cases are acquisitions by looking at ourexperiences. The task of the instructor is to ensurethat these three vehicles are equally involved in thetraining, in other words equilibrium. The instructoror the teacher certainly should not use authority as ameans of dictation to the child and should never betough. Everything that must be learned as difficult orcompulsory must be grasped as a need. This is ameasure taken against the teacher-student hierarchybecause children should learn not to follow ordersbut to maintain their existence as human beings.
5.Age-appropriate education: Rousseau defines transition from childhood to adulthood as four stages.Pre-childhood (0-5 years – Animal Stage), childhood
(5-12 years – Wild Stage), pre-adolescence (12-15 years -Rational Stage), adolescence (15-20 years – Social Stage) [6]. The instructor should play a role according to the needs of these stages. In the pre-childhood period, the child should be encouraged to form his / her discovery ability and power. Physical development, interest in learning by imitating, desire to learn by trial-and-error, and experiencing should be supported in childhood. During pre-adolescence, perception and logic must be strengthened because reasoning is formed at this time. As the basis of the quest for life’s essence depends on the ability of reasoning, no pressure should be placed on the formation of the moral concept in this period and the child should acquire sense of decency through the method of comparing. In adolescence, the child will begin to feel love for other people and objects outside him. As the child will meet with enthusiasm, passion, ambition and many other similar feelings at this age, the task of the trainer will be to become friends with the child and accompany him in this process. In adolescence, the teacher has the obligation to encourage the child to reveal the feeling of the suffering of others and to develop this awareness.
6.Citizenship education: After adolescence, theindividual is now ready to fulfill his/herresponsibilities to society. Previously, theopportunity to be presented to each individual (whenconsidered for that period and France), is that everyindividual travels all over Europe and decides whereand how s/he will live by comparing his own andforeign societies. Individual should decide onhis/her own in which society and which country s/hewill live.
7.Religious education: The adult individual mustfreely decide which religion to choose, judging fromexperiences s/he has experienced.
Rousseau has identified five basic education principles in Emile: Naturalism, Experience, Humanism, Dimensionality and Autonomy [7]. This educational model, which is very progressive compared to its own period, is still not practiced in any country in the world at all. Because all education systems based on the nation-state have turned their schools into a places disciplined strictly with one language, one race and one religion. The guards of these places disciplined strictly are unfortunately; teachers. Since the individual does not have the ability to reason freely within such systems, in the following years, individual will not feel the pain of his/her side and will believe in everything that is said on TV, politicians, clerics, security forces, in short, everyone except himself/ herself, because he could not learn to feel someone else’s pain [8]. It can be said that Rousseau’s Emile is a turning point for education world, and is accepted as such. What is the prominence and feature of this work that continues its
Universal Journal of Educational Research 6(7): 1539-1545, 2018 1541
influence until today? What’s in it? Has Rousseau been influenced by previous work? What does Rousseau think about religious and moral education? We will try to examine these issues in our work.
2.Who Has Influenced Rousseau?
Hayy Ibn Yaqzan is a philosophical work written for the first time by Avicenna and described in detail in his The Book of Healing. Then Andalusian Ibn Tufail wrote a book with the same name, which affected the 17th and 18th century European thought. Three important translations in English and translations in other languages guided Rousseau [9]. Ibn Tufail (whose real name is Abu Bakr Muhammad b. Abdulmalik b. Tufayl) is called by the westerners as Ebubacer. He has been a clerk in Gırnata for a while, has worked as vizier and doctor for Abu Yaqub Yusuf from Almohades and died in Marrakech in 1185 A.D in 581 B.C. Besides his other works, Hayy Ibn Yaqzan is known in the Islamic World and in the West [10]. Hayy Ibn Yaqzan, which we can translate into today’s Turkish as “Alive, son of Awake”, was written in the form of novel. Hayy(Alive), our character, is generated spontaneously in a deserted island, or he is a boy who has come to the deserted island by the waves drifting a chest left to the sea by his mother. Hayy grows up here by himself, and is never trained. He learns all his knowledge not from people, but from events and experiences. Hayy is suckled by a gazelle. He continues his life by eating the fruits and extracts of the trees when he comes to the age of walking, and he obtains technical knowledge by making clothes from tree leaves. He does the care of the aged gazelle and learns that the soul leaves the body in death. He travels around the island and discovers new foods using his mind. Over time, he makes progress in mental information, begins to link events and understands that there is a causality principle. Hayy notices that the objects occupy space and moves. He comes to realize that the living beings have an end, and becomes lost in metaphysical thoughts. He feels deeply the life of sufistic people and enters to the path of the disappearance in god by passing his selfness. While he desires to live in a spiritual world and escape the troubles of the world, he meets with Absal [11].
Salamon and Absal are two friends living in a community in another island. Both are busy searching for the truth. While Salamon, leader of the community, attaches importance to the exoteric religion, Absal gives importance to esoteric, that is, contemplation and spiritual knowledge, and he likes loneliness. For this reason, Absal goes to an island to live alone and meets with Hayy there. Absal teaches Hayy talking, religious information and worships, and Hayy tells Absal his thoughts. Thus it is revealed that Hayy’s thoughts are the same with those of religion. Absal has a terrific change in this situation and his heart is opened. Synchronization of rational sciences and apocalyptic sciences makes them extremely happy. Two good friends see that wisdom, philosophy, and religious sciences all express the same truth. Together, they decide to go to the island where Salamon is, and they begin to tell the people divine truths and their thoughts there. The people who cannot understand the peculiarities of the philosophical and spiritual information become dissatisfied. Hayy observes that the people cannot think freely from their enthusiasm and customs. Hayy feels bad about this situation and returns to the isolated island with Absal [12].
It is possible to summarize the result of this event: prophets are right about importance given to the exoteric religion. The people who are not at enough cultural level cannot easily understand the facts. They usually attach importance to the exoteric religion, which is natural. They have no power to understand the essence of spiritual truths. It is not an action that everyone can achieve to understand divine truths through love, perception and philosophy. For this reason, Hayy and Absal complete their lives with contemplation and worship until they die in the deserted island [13].
In this work, Ibn Tufail has tried to show that human can find the truths without religion and revelation. There is no need for teaching in the philosophical and metaphysical thinker. For Ibn Tufail, revelation and reason are the realities feeding on the same divine source. Those who think that religion is contrary to the mind are those who do not know the rules of interpretation (te’vil). Asceticism and the way of sufism would be possible with the salvation of mind from material things. The disagreement between exoteric and esoteric is not in esoteric, but in exoteric. Not everyone has the power to see the esoteric. With these views, Ibn Tufail has actually tried to reconcile religion with philosophy [14]. We see that these views of Ibn Tufail are compatible with Hanefism and Maturidism [15].
In “Alive, Son of Awake”, Avicenna, in order to show that knowledge based on reason can be self-sufficient, has fictionalized a person who has realised and reached knowledge in total loneliness. For this reason, Avicenna has titled his book like that against the drowsiness. In his book, Avicenna discusses the thought that human can make contact with the divine source of information by overcoming the flesh and carnal forces [16]. In the following periods, “Journey to the West” by Sohrevardi, the work with the same name “Hayy Ibn Yaqzan” written by Ibn Tufail [17]. Robinson-style works written in Europe [18]. “Emile”, still considered being training classic, written by J. J. Rousseau are the works inspired by Avicenna. For Rousseau and his follower Pestalozzi “God (Nature, in my view) makes all things good; man meddles with them and they become evil.” Young children are born innocent and clean, and should be protected from the negative effects of society [19]. Centuries ago, Avicenna reveals these views that are called Naturalism of Rousseau. “Hayy Ibn Yaqzan”, written by Ibn Tufail inspired by Avicenna, was published with the name of “Philosophus Autodidactus” in 1671 in the Enlightenment Age, and was translated by Eichorn into German with the name of
1542 J. J. Rousseau, Emile and Religious Education
“Natural Man” in 1783 [20]. The dates in which mentioned authors lived confirms this thesis [21]. It is highly probable that Rousseau has seen and read “Hayy Ibn Yaqzan”. Events, heroes and trying to find the truth with experience and reason are common issues in the books. For Ibn Tufail, the child left alone become only a monster. It is not possible to live outside the society even if the society disregards human’s nature. Rousseau, on the other hand, thinks that this young feeling, Emile, must be raised and protected from the steamrollers of social traditions [22].
3.Religious and Moral Education ofRousseau
The essence of Rousseau’s pedagogy is the religion, but this religion is not based on holy writings, but based on Deism in a philosophical sense. Emile is an imaginary child. Rousseau trains this imaginary child to his own ideas from his childhood to death. When Emile grows up, he marries Sophie, who is also an imaginary girl. We learn Rousseau’s views on decency in Emile’s and Sophie’s personalities and in the growth processes. His two other works; “Vicaire Savoyard” and “the Social Contract” completes Rousseau’s views. “the Social Contract” is very important in terms of democracy and authority concepts. In view of these works, Rousseau’s views on education and decency can be summarized as follows:
a)For Rousseau, everything that is out of the hands of thecreator is good [23]. Human come to the world withfeelings like conscience and compassion. Conscienceis the basis of morality, and compassion is the basis ofreligious sentiment. He states this situation with hisown words as follows: “Conscience, conscience!Immortal instinct and divine voice, reassuring guide ofan ignorant and limited but intelligent and free creature.Infallible judge of good and bad who makes people likeGod. You are the one who glorifies the nature of manand makes him moral. Without you, I have no feelingthat I can separate myself from animals. I would driftfrom fallacy to fallacy with an irregular perception andan unprincipled mind [24]. Rousseau declares that themoral conscience lives in human nature. For Rousseau,every living being created by the creator is good and hecalls it “state of nature”. The fact that people have tolive collectively leads to deterioration. Civilizationstatus degenerates good people. Decency is necessaryto stop this moral corruption. In this case, the role ofdecency is preventive, protective and negative. Thechild must learn everything by travelling andexperiencing nature. The trainer intervenes in cases oflife-threatening situations. However, this interventionshould not be to the child’s living as a natural person inthe nature. Emile takes his lessons from the nature;nature and phenomenon are guides to Emile.
b)The child will not be given religious education at ayoung age. It is an evil done to him to break Emile’snatural decency with the surprising, frightening andirrational suggestions of the church. When Emilereaches 12-13 years old, he starts asking questions tonature. The size of the sky, the stars, the struggle of theliving beings, the order in nature, functioning, beauties;horrible phenomena such as lightning, storm allow himto revive his mind and think. After this phase, Emilespontaneously finds that this greatness and order havean originator. In short, Emile discovers the creatorwithout need any guide and teacher. After thisdiscovery, Emile feels admiration, love and loyalty tothe creator consideringly the possibilities and blessingsgiven to the people by the Creator. He begins to expressthese feelings with thanks, pray and worship.
c)It is worthwhile to look at Rousseau’s severalstatements on the subject: “We should avoid trying totell Him (the Creator), to those who are incapable ofunderstanding the divine truth.” “It is better not to haveany idea if you are stuck in imaginary, miserable ideasabout God. It is a lighter crime not to know Him than toinsult God” [25]. “I shall always maintain that whososays in his heart, There is no God, while takes the nameof God upon his lips, is either a liar or a madman” [26].
Rousseau justifies that there may be some who are amazed at the fact that he never mentions about religion when he grows up Emile: “When Emile was 15, he did not know if he had a soul or not. Emile does not need to know it even if he reaches 18, because the time to learn this knowledge has not yet come. If you teach religion ahead of time, you may never teach” [27]. What Rousseau really wants to say here is that, as Piaget has stated, it is necessary for the organism to reach biological maturity in order to make progress in cognitive development [28]. Furthermore, the transition to the “Abstract Transactions Period” in the taxonomy of age groups in Piaget’s Theory of Cognitive Development and the characteristics of this period should be taken into consideration. Along with the beginning of adolescence, changes in brain and brain functions are observed as well as physical changes. The brain can now perform abstract operations, but the ability to do so depends on the incoming requests, the interactions with the environment and on gaining experiences by these interactions [29]. Some field researches on Religion Education in our country also reveal that students have problems with understanding abstract subjects before a certain age [30]. The fact that religious information is compatible with the living world can lead children to find religious teachings unnecessary. Because the language used in that world that is depicted is very different from the real world in which the attitudes taken are. Rousseau thinks that the community is not at this level and that the child will most likely get the wrong information and experience.
Rousseau has concerns about the attitude of the church,
Universal Journal of Educational Research 6(7): 1539-1545, 2018 1543
and utters these concerns with these expressions: “If you want to make a child an annoying fool, be a lecturer who teaches him religious lessons. If you want to drive her/him crazy, ask her/him to explain the religious information s/he has learned [31]. Rousseau’s concern is not religious or ethical information, but giving this information before the time and by unqualified people. There are other thinkers like Salzmann sharing the same concerns. In his book translated into Turkish with the name of “Book of the Crab” or “What Did We Do Wrong?” Salzmann shares the concerns of Rousseau with these expressions: “If you want to make your children be alienated from religion, you should press for religious knowledge learning, and even beat them for this reason” [32]. He states that forced dictation of the dogmatic, mysterious teachings of Christianity and the Church makes the child liar, and repeating certain words cannot make children moral [33]. According to Rousseau, the language to be used in child education is also very important. It is necessary to use innocent and simple language that children like to be pure and clean and to communicate with them. How many people can do that? Adult’s infrastructure, knowledge and training are appropriate for such communication? Rousseau has a wish: “I would very much like to write an akaid book for them that knows a lot of child intelligence” [34]. The same concerns are shared by contemporary religious educators. Selcuk, understanding most of the words and concepts in religion is a hard work for children. God, death, holiness, sin, reward, afterlife, goodness, and so on. Concepts are abstract concepts and are difficult to understand for children. The primary task of adults is to use the language of religion in a simple and appropriate manner. Religion should be presented to the child as “the religion of the child”; it should not be presented as a ready, finished, abstract, abstract teaching system [35].
Rousseau states that children’s beliefs do not originate from a researching and conscious choice; but the geography and society, they are born, originate children’s beliefs. No one has the right to send the children born in Mecca and Rome to the Heaven and Hell. Rousseau also declares favorable opinions to Islam saying “All the children who dies before the age of reason have eternal salvation” [34]. The views of contemporary religious educators are also striking. For Tosun, “In religious education, it is essential not to availably present and memorize the meaning and value, on the contrary, it is essential that the students appreciate and interiorise the values. For this reason, in the teaching of values, the teacher should not be expressive and presenting available information; on the contrary, the student should be active and interiorise the values” [35]. What kind of religious education will we give Emile? Which denomination will we put the human of nature into? Rousseau answers the questions above in this way: “We will not impose anyone; we will only bring him to a position where he can choose the best of them” [36]. Although human beings are in society and are informed, they can only reach the mystery of god recognition later ages [37].
In his book, Rousseau tells the confrontation of an Italian boy searching for the truth and a priest who comes to the Italian’s residence, priest’s gentle manner, teachings, and methods [38]. This priest is actually Rousseau himself. Honest and virtuous priest firstly builds his speech with the Italian boy on thinking and doubting as Descartes. The priest continues with the arguments of “I exist” and “Senses affect me”. He says that philosophers are arrogant, confirmative and dogmatic. When they are confident of their own existence, they turn their eyes to the outside world and examine the subject of the presence of substance. He states that general and abstract ideas can deceive human, and comes to the idea of God creating everything in order. Rousseau describes what he talks about as “natural religion”. Religious ceremonies and what the clergy does should not be confused with religion [39]. Rousseau, who finds it wrong to restrict worship into certain rituals, states that there are two types of worship that can be classified as internal and external worship. For Rousseau, the important thing is the contemplative worship that is not compressed into certain patterns, which is the same in all religions; The important thing is that it is a contemplative worship that is not compressed into certain patterns, which is the same in all religions; external worship requires uniformitarianism and order [40]. This view is very similar to Avicenna’s view of worship. As it is known, Avicenna divides the prayer into two parts as esoteric and exoteric, and states that the most important thing is the esoteric prayer that has no time, place, and certain ritual [41]. Rousseau states that all the denominations in the world are clashing with each other and they all give the answer “Mine is good” to the question “Which one is the best?”. Either all religions are good and acceptable in the presence of God, or God has sent the only religion that can be understood by all, bearing clear signs. In this case, what do people do who have never heard of religion and have not met with it? After these determinations, Rousseau says that we should remember the necessity of sincerely seeking the truth, and the things taught by our mind and conscience since childhood without sheltering natural concessions and the authority of the priests [42]. “I would like to hear from first-hand and originally what God has said. I could accomplish my duties against him, bless his works, and find him utilizing the talents given by him [43].
4.Conclusions and Recommendations
With Emile, Rousseau breaks a new ground in education and he has influenced posterior educators such as Pestalozzi, Vygotsky, Dewey, Piaget, and Froebel. This effect has reached the view of “the society without schools” that is a current issue. It is possible to find the roots of the paradigm of Rousseau’s Naturalism in Hayy Ibn Yaqzan (Alive, son of Awake) written by Avicenna and Ibn Tufail centuries ago. Events, heroes, subjects such as the use of
1544 J. J. Rousseau, Emile and Religious Education
the mind and the experience to find the truth show a great degree of similarity. Discovery of the information and theories belonging to us by others and promotion to the whole world must be appreciated. However, it is not a forgivable situation to be unaware of the Turkish-Islamic thinkers, their opinions, and discoveries that have influenced even the beginning of the Renaissance. First of all, the lives, works, views and the theories of thinkers such as Farabi, Biruni, Avicenna and Maturidi, that affect the whole world, should be well researched and examined; if necessary, independent research institutes and centers should be set up to transfer this scientific tradition to a new generation.
Rousseau, on the other hand, expresses his views on religious and moral education. The essence of Rousseau’s pedagogy is religion. However, this religion is not based on basic sacred texts. Nature is religion. Rousseau advises that children are not mentioned about religious and moral education up to a certain age; to mention about religion and morality when they reach appropriate ages and to consider their own preference. We can say that Rousseau is right when considering abstract and concrete issues in teaching religion and morality, and the ages that these subjects should be taught. We can say that the behaviours of religionists and the church is influential in Rousseau’s attitude towards religion and morality. For Rousseau, the biggest harm is given to religion by the religionists. Children can perceive the behaviors of those whom they choose as role models as religion itself. Rousseau certainly knows that religion is never the same as the religionists. But, who will tell this to the children, how will they tell it, and how will the children grasp it? The real problem lies here. According to Rousseau, it is necessary to use a simple and understandable language for children to express their religion and values. The use of such language will protect the child from all kinds of doubt and deliberately. Modern education has the same troubles, as well. The information transferred to the children is ultimately the ones that fit the understanding of society, institutions and adults. For Rousseau, the family, the society and the state are obliged to educate children in their natural state, to respect their own choices and not to canalize. It is not appropriate to study religion only at the cognitive level and with recommendations. According to Rousseau, children are not the most effective way to teach value and morality. It is also crucial that the words and behavior of adults are not in conflict. Considering the developments and communication possibilities in technology, it is very difficult to pass on the theory of Rousseau’s theory. It does not seem possible that all children will be able to find the truth with nature using their minds and free from all influences. Despite all, Rousseau is an important thinker and educator who still need to be read, not understood enough.
REFERENCES
[1] Sevinç, M. (2009). Erken Çocukluk Gelişimi ve Eğitiminde Oyun, İstanbul: Morpa Yayıncılık, s. 46,47,48.
[2] Sevinç, M. (2009). Erken Çocukluk Gelişimi ve Eğitiminde Oyun, İstanbul: Morpa Yayıncılık, s. 46,47,48.
[3] Sevinç, M. (2009). Erken Çocukluk Gelişimi ve Eğitiminde Oyun, İstanbul: Morpa Yayıncılık, s. 46,47,48.
[4] Badamchı, D. K. “J.J.Rousseau’nun Eğitim Anlayışının Temelleri: Birey Emile mi, Vatandaş Emile mi?”, Beytü-l Hikme Dergisi, 2017/ 7-1, s.109, 110; Güngör, A. http://www.dunyalilar.org – 01.12.2015.
[5] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s.109.
[6] Sevinç, M. (2009). Erken Çocukluk Gelişimi ve Eğitiminde Oyun, İstanbul: Morpa Yayıncılık, s. 46,47,48.
[7] Badamchı, D. K. “J.J.Rousseau’nun Eğitim Anlayışının Temelleri: Birey Emile mi, Vatandaş Emile mi?”, Beytü-l Hikme Dergisi, 2017/ 7-1, s.109, 110; Güngör, A. http://www.dunyalilar.org – 01.12.2015.
[8] Badamchı, D. K. “J.J.Rousseau’nun Eğitim Anlayışının Temelleri: Birey Emile mi, Vatandaş Emile mi?”, Beytü-l Hikme Dergisi, 2017/ 7-1, s.109, 110; Güngör, A. http://www.dunyalilar.org – 01.12.2015.
[9] Russel, G.A. (1984). “The Impact of Ibn Sina via Hayy ibn Yaqzan”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, ss.307-316; Ülken, H.Z. (2017). Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, Ankara: Doğubatı Yayınları, s.225.
[10] Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.47-51.
[11] Ülken, H.Z. (2017). Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, Ankara: Doğubatı Yayınları, s.222; Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.47-51.
[12] Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.47-51.
[13] Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.47-51.
[14] Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.47-51.
[15] Fığlalı, E. R. (1990). Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Ankara: Selçuk Yayınları, s.76,77; Çubukçu, İ.A. (1977). İslam Düşünürleri, Ankara: AÜİF Yayınları, s.117,118; Ülken, H.Z. a.g.e, s.223.
[16] Alper, Ö. M. (2014). İbn-i Sina, İstanbul: İsam Yayınları, s.29 ; Eş Şeyhu’r Reis İbn-i Sina, (2015). Ankara: DİBYayınları, s.283.
[17] Corbin, H. (2000). “İbn-i Sina’nın Hayy İbn-i Yakzan Risalesi’nin Yazılışı ve Orijinalliği”, Ruhun Uyanışı Hayy İbn Yakzan, İstanbul: İnsan Yayınları, s.339; İslam Ansiklopedisi, İstanbul: MEB Yayınları, C.V/2, s.819.
Universal Journal of Educational Research 6(7): 1539-1545, 2018 1545
[18] Sergeyew, I. & Winter, K. & Bloch, E. (2016). İbn-i Sina Aklın Ustası, (Ter: Mehmet Çallı-Gazi Ateş), İstanbul: Evrensel Basım Yayın, s.55; Erdiller, Z. B. (2012). “Erken Çocukluk Eğitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar”, Erken Çocukluk Eğitimi, (Ed: İbrahim H. Diken), Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.57-59.
[19] Sergeyew, I. & Winter, K. & Bloch, E. (2016). İbn-i Sina Aklın Ustası, (Ter: Mehmet Çallı-Gazi Ateş), İstanbul: Evrensel Basım Yayın, s.55; Erdiller, Z. B. (2012). “Erken Çocukluk Eğitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar”, Erken Çocukluk Eğitimi, (Ed: İbrahim H. Diken), Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.57-59.
[20] Russel, G.A. (1984). “The Impact of Ibn Sina via Hayy ibn Yaqzan”, Uluslararası İbn-i Sina Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Yayınları, ss.309-312.
[21] Mehmet D. & Öymen, H.R. (1974). İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yayınları, s.51,52; İbn-i Tufeyl-İbn-i Sina, (2000). Hayy İbn Yakzan (Ruhun Uyanışı), (Çev: Yusuf Özkan Özburun ve Arkadaşları), İstanbul: İnsan Yayınları.
[22] Goodman, E. (2000). “Eğitim Felsefesi”, Ruhun Uyanışı Hayy İbn-i Yakzan, İstanbul: İnsan Yayınları, s.152.
[23] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s. 107,467,469,470,522,523.
[24] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s. 107,467,469,470,522,523.
[25] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s. 107,467,469,470,522,523.
[26] Osman P. (1967). Din Eğitim ve Öğretiminde Genel Metodlar, İstanbul: İrfan Yayınevi, s. 9,10,11.
[27] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s. 107,467,469,470,522,523.
[28] Senemoğlu, N. (2013). Gelişim, Öğrenme ve Öğretim, Ankara: Yargı Yayınevi, s.35,53.
[29] Senemoğlu, N. (2013). Gelişim, Öğrenme ve Öğretim,
Ankara: Yargı Yayınevi, s.35,53.
[30] Önder, M. (2009). Yaz Kur’an Kurslarında Dini Öğretmek Sorunlar Çözüm Önerileri, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, s.161.
[31] Selçuk, M. (1991). Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, Ankara: TDV Yayınları, s.38; Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s.467,468,471,480,531,533,551.
[32] Salzmann, C. G. (2004). Nerede Hata Yaptık? , İstanbul: Etüt Yayınları, s.75.
[33] Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s.467,468,471,480,531,533,551.
[34] Konuk, Y. (1994). Okul Öncesi Çocuklarda Dini Duygunun Gelişimi ve Eğitimi, Ankara: TDV Yayınları, s.96; Rousseau, J.J. (2009). Emil Ya da Eğitim Üzerine, (Ter: İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları, s.467,468,471,480,531,533,551.
[35] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124; Selçuk, M. (1991). a.g.e, s.32.
[36] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[37] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[38] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[39] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[40] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[41] Bolay, M. N. (1988). İbn-i Sina, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.110.
[42] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.
[43] Tosun, C. (2012). Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara: Pegem Akademi Yayınları, s.124.

TÜRK NİNNİLERİNİN DEĞERLER EĞİTİMİ AÇISINDAN İNCELENMESİ

Mehmet KANAK – Mustafa ÖNDER – Çağrı SUBAŞI

Öz
Bu araştırmanın amacı; içerisinde toplam 1650 ninni bulunduran “Türk Ninnileri” adlı kitapta yer alan
ninnilerde, MEM‟in Okul Öncesi Değerler Eğitimi Yönergesi‟nde yer alan değerlerden hangi değerlerin yer
aldığı ve bu değerlerin hangi sıklıkla kullanıldığını belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda kitapta yer alan toplam
1650 ninni, okul öncesi eğitimde kazandırılması amaçlanan 8 değere göre incelenmiştir. Araştırmada, nitel
araştırma yöntemi kullanılmıştır. Veriler, doküman incelemesi yoluyla incelenmiş olup; içerik analizi yolu ile
çözümlenmiştir. Ayrıca frekans analizi yoluyla da hangi değere ne kadar yer verildiği saptanmış, bulgulara tablo
halinde yer verilmiştir. Sonuç olarak, incelenen ninnilerde 492 kez değer vurgusunun yapıldığı ve en fazla
sorumluluk ve çalışkanlık değerine atıfta bulunan örneklere rastlanmıştır. Sorumluluk ve çalışkanlık değerini,
vatanseverlik, kardeşlik ve birlikte yaşama kültürü, vefa, nezaket ve görgü kuralları, cömertlik ve kanaatkarlık ve
liyakat ve sadakat değerleri takip etmiştir. “Türk Ninnileri” kitabında vurgulanan sorumluluk ve çalışkanlık,
vatanseverlik, kardeşlik ve birlikte yaşama kültürü ve nezaket ve görgü kuralları değerlerinde yapılan vurguların,
toplam değer vurgularının yaklaşık %91‟ ini oluşturduğu görülmüştür. Diğer değerlere yapılan vurguya kıyasla
bakıldığında bu dört değer vurgusuyla diğer değerlerin vurgusu arasında oldukça fark bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ninni, Değer, Değerler Eğitimi, Okul Öncesi, Çocuk
Abstract
The aim of this research; is to determine which values from the MEM’s Pre-School Values Education Directive
are available in the book titled “Turkish Lullabies” which contains a total of 1650 lullabies and how often those
values are used. For this purpose, a total of 1650 lullabies in the book have been examined according to 8 values
intended to be acquired in preschool education. Qualitative research method has been applied in the research.
The data have been examined through the study of documents and analyzed through content analysis. Besides,
frequency analysis has been used to determine how much space is given to each value and these findings have
been tabulated. As a result, it has been found that the stress of value has been done 492 times and met with the
examples refer to the value of responsibility and diligence the most. The values of responsibility and diligence
are followed by the values such as patriotism, fraternity and culture of coexistence, loyalty, courtesy and
etiquette, generosity and conviction and merit and loyalty. The emphasis on responsibility and diligence,
patriotism, fraternity and culture of coexistence, and the values of courtesy and etiquette are emphasized in the
book “Turkish Nuns”, representing about 91% of total value accents. Compared to the emphasis on other values,
there is a considerable difference between these four values and the emphasis on other values.
Keywords: Lullaby, Value, Values Education, Preschool, Child.
1 Dr. Öğr. Üyesi, Cumhuriyet Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, , mehmetkanak58@gmail.com,
mkanak@cumhuriyet.edu.tr
2 Dr. Öğr. Üyesi, Cumhuriyet Üniversitesi, monder@cumhuriyet.edu.tr
3 Öğretmen, MEB, cagrisubasi@hotmail.com
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
596
1.GĠRĠġ
Değerler, bireyin yaşamını şekillendirmede etkili olan, toplumsal hayatla olan bağını
kuvvetlendiren, davranışlarının nasıl olması gerektiğinden hayatında çıkacak engelleri nasıl
aşması gerektiğine kadar rehberlik eden, bütün ömrünü kapsayan unsurlardır. Bireylerin
bütününden oluşan, toplumda varlığını idame ettiren birey yaşamı süresince toplumla
etkileşim içinde bulunmaktadır. Bu etkileşim sürecinde birey topluma ayak uydurabilmek,
belirlemiş olduğu hedeflerini gerçekleştirebilmek adına toplumun çizmiş olduğu ve ortak
unsurların yer aldığı yoldan gitmektedir. Toplum bireylerden meydana geldiği için birey
kadar toplum da yaşam boyunca birçok şeyden etkilenmekte ve çehre değiştirmektedir.
Toplumda yıllar geçtikçe yerini sağlamlaştıran kültür, örf, adet vb. unsurlar ortak bir hayat
oluşturmaktadır. Bir toplumda var olan değerler o toplumun ortak paydalarının oluşmasında
önemli bir yere sahiptir ve toplumun huzur ve refahını sağlamada etkin bir rol oynamaktadır
(Tut ve Kıroğlu, 2017). Değerlerin farklı toplumlarda farklı şekillerde ele alınması ve farklı
olarak algılanıp değerlendirilmesi de onların sonradan öğrenildiğini göstermektedir. Bizler
hangi durumda nasıl davranmamız gerektiğini, çevremizdeki yetişkinlerimizden veya
yaşıtlarımızdan öğrenmekteyiz (Aydın ve Gürler, 2012). Bundan dolayı birey kadar toplum da
önemli bir unsurdur. Değerler, toplumun sosyo-kültürel ögelerine anlam kazandıran en önemli
ölçütlerden biridir. Bundan dolayı toplumsal kişi ve bu kişinin davranışları sosyolojik
incelemelerin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Kültürü oluşturan ögeleri yadsıyan her
model ve yaklaşım, toplumsal süreçte yaşanan olayları açıklamakta yetersiz kalacaktır
(Özensel, 2003). Değerler ile insanlar arasındaki ilişki karşılıklı bir yapıya sahiptir; değerler
insanları yaşatırken insan da değerleri yaşatmaktadır (Aydın, 2003). Değerler sayesinde birey
ve toplum iyiyi, kötüyü; doğruyu, yanlışı; güzeli, çirkini ayırt edebilmekte ve yekvücut olarak
hareket ederek birlik ve beraberlik bağını kuvvetlendirmektedir. Bireyin ve toplumun
yozlaşmasına mani olan ve bireye ve topluma yol gösteren unsurlar olarak değerler karşımıza
çıkmaktadır.
Değer‟e kavram olarak baktığımızda, Türk Dil Kurumu‟nun Güncel Sözlük‟ünde; “Bir
şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet” olarak
tanımlanmaktadır (TDK, 2017). Değer, belli olan bir durumu bir ötekine tercih etmeye
meyletmektir (Genç ve Eryaman, 2008). Değer, bireyin ve toplumun yaşamına etki ederek yol
gösteren ve istediğimiz hedeflerle ilgili olan bir unsurdur (Schwartz, 1994).
Birçok eğitimci değerleri hazırladıkları çalışmalarda ulusal ve evrensel olarak
incelemişlerdir (Maslovaty, 2003). Millet, devlet, vatan, örf, gelenek, görenek, ordu, milli
marş vb. ulusal değerleri gösterirken; demokrasi, barış, sevgi, nezaket, saygı, bağımsızlık,
eşitlik vb. değerler ise evrensel değerleri yansıtmaktadır (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008).
Değerler eğitimi sadece eğitim süreciyle sınırlı bir parça olmayıp değerlerin sosyal, toplumsal
davranış, politik ve kişiliğin devamı niteliğinde görülüp öğrenilmesi ve öğretilmesi
gerekmektedir (Revell, 2002). Görüldüğü gibi değerler oldukça kapsamlı ve geniş bir kaynağa
sahip olduğu için değerler eğitimi çocuğun çok yönlü gelişmesine yardımcı olacaktır.
Kıtaların artık birkaç saat içerisinde, düşüncelerin birkaç dakika içerisinde birbirine
ulaşılabildiği günümüzde bilimsel ve teknolojik açıdan birçok gelişme olmuştur ancak bu
gelişmelerin yanında birçok etik ve ahlaki değerlerde bozulmalar meydana gelmiştir (Meer,
1999). Bu noktada değerler eğitimi süreci işlenirken, günümüzde istenmeyen davranışların da
çoğalması sebebiyle değer kazanımının işgüzarlığa bırakılmaması, okullarda planlı etkinlikler
ile işlenmesi gerektiği kabul edilmektedir (Ediger, 1998). Değerler duyuşşal alana hakim olan
fikirlerimize ve davranışlarımıza etki eden, onları yönlendiren zihinsel olgulardır
(Demircioğlu ve Tokdemir, 2008). Değerler, bireyin yaşamını kendi eliyle oluşturmasında
etkin bir faktör olan, ona bir hayat felsefesi arz eden ve toplum içinde ona kılavuzluk ederek
davranışlarını şekillendiren unsurlardır (Sönmez, 2011). Değerler, günlük hayatımızda
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
597
etkileşimimiz olan aile, akraba, komşu, yakın çevre ve ilişkilerde, alışveriş yaparken, yasta
iken, düğünde iken, bayramlarda yani kısacası her vakitte her yerde toplumsal hayatımızın
içerisinde bulunmaktadır (Deveci ve Ay, 2009). Değerler, toplumda yer alan sosyal davranış
durumlarını oluşturarak toplum içinde yer alan davranış biçimlerini şekillendirmektedir.
Bundan dolayı bir toplumun sahip olduğu değerlerde meydana gelecek herhangi bir yozlaşma,
o toplumun kuvveti olan birlik ve beraberliğini olumsuz yönde etkileyecektir. Çocukların da
bu değerleri edinme süreci aile ile oluşmakta okulda da devam etmektedir (Yaman ve Çolak,
2009). Bundan dolayı çocuğun kritik dönemini içinde barındıran 0-6 yaş arasında ailede
geçirdiği süre çocuğun değerleri kazanmasında çok büyük bir role sahiptir. Aynı zamanda
okul öncesi çağını da kapsayan bu süreçte değerler eğitiminin temeli atılmalı ve çocuğun
toplumla barışık ve uyum içerisinde yaşaması için gereken koşullar oluşturulmalıdır (Erkan
ve Kırca, 2010). Değerleri kazanma noktasında okul öncesi eğitiminin yeri çok önemlidir.
Çocuklarımızın sosyal becerilerini geliştirmek adına ev içinde ve ev dışında
uygulayabileceğimiz çeşitli yöntem ve etkinlikler bulunmaktadır. Ev içerisinde değerlerin
çocuklara aile bireyleri tarafından oyunlarla aktarılması, çocukların değerleri dolaylı yoldan
kazanmasında oldukça önemlidir (Aydın ve Gürler, 2012). Çünkü bakıldığında, okula
başlamadan önce konuşma ve okuma-yazma alanında birçok deneyim kazanan çocuklar için
her şey bir merak unsurudur ve bu meraklarını da oyunlarına yansıtmaktadırlar. Oyun yoluyla
çocuklar çevrelerini araştırıp keşfederler ve yeni bilgiler edinmiş olurlar (Erkan ve Kırca,
2010). Hayatımızın tümünde bulunan değerlerin yerimizi alacak olan ve geleceğe
hazırladığımız öğrencilerimize eğitim yolu ile kazandırılması şarttır. Bundan dolayı etkili bir
değerler eğitiminin de önemi artmaktadır (Yalar ve Yelken, 2011). Çünkü birey açısından
baktığımız zaman değerler eğitiminin gerekliliği eğitim yaşamında bireyin bir bütün olarak
alınmasının doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyi bir robot ya da makine
olarak düşünmemiz imkansızdır (Meydan, 2014). Bu kapsamda erken yaşlarda değerlerin
kazanılmasında ninnilerin de oldukça önemi bulunmaktadır. Ninniler, sadece Anadolu
topraklarında değil aynı zamanda diğer Türk devletlerinde hatta farklı milletlerde de sözlü
kültür olarak yaşatılmış ve nesilden nesile aktarılarak çocuklarda etkisi çokça görülmüştür
(Coşkun, 2013). Ninniler sadece çocuğu uyutmak için kullanılan bir araç olarak görmek doğru
olmayıp aynı zamanda bir eğitim aracı olduğu da görülmektedir (Güneş, 2010). Ninniler
çocuğun toplumun kültürünü kazanması, zihinsel, duygusal ve sosyal bakımından gelişimi
sağlaması nedeniyle oldukça önemlidir. Ninniler incelendiğinde, Türk milletinde eğitime
henüz kundaktan başlanıldığı görülmektedir (Demir ve Oflaz, 2010). Okul öncesi
eğitimcilerinin günümüzde 0-6 yaşlarındaki çocuklar için büyük bir dikkat ve imtina ile
batıdan alarak hazırladığı “okul öncesi eğitiminin temel kuralları” nın ninnilerde bulunduğu
ve hatta onlarca kat fazlasının bulunduğu da dikkatleri çeken bir noktadır (Demir, 2008).
Amaç
Bu araştırmanın amacı; “Türk Ninnileri” adlı kitapta yer alan ninnilerde, MEM‟in
Okul Öncesi Değerler Eğitimi Yönergesi‟nde yer alan değerlerden hangi değerlere rastlandığı
ve bu değerlerin hangi sıklıkla kullanıldığını belirlemektir.
2.YÖNTEM
Araştırmada nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır. Veriler, doküman incelemesi
yoluyla incelenmiş olup; içerik analizi yolu ile çözümlenmiştir. Ayrıca frekans analizi yoluyla
da hangi değere ne kadar yer verildiği saptanmış bulgulara tablo halinde yer verilmiştir.
Doküman incelemesi, incelenmesi hedef edilen olgu veya olgulara dair bilgi sunan yazılı
materyallerin analiz edilmesini barındırır (Yıldırım ve Şimşek, 2016). Bu araştırmada da
antoloji kitabında bulunan 1650 adet ninni incelenmiş olduğundan veriler doküman
incelemesi yolu ile elde edilmiştir. İçerik analizi ise birbirine benzeyen verileri belirli kategori
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
598
ve temalarda bir araya getirerek bu verileri anlaşılır bir düzene sokmak ve yorumlamaktır
(Yıldırım ve Şimşek, 2016). Nitel veri analizi, veri toplama teknik ve yöntemlerinden ulaşılan
verilerin düzenlendiği, kategorilere ayrılıp temaların oluşturulduğu ve nihayet bütün bu
sürecin rapora aktarılıp grafik, tablo vb. yöntemlerle sunulduğu bir yöntemdir (Özdemir,
2010). Bu çalışmada kitaptaki ninnilerin mısraları değerlere göre incelenip analiz edilmiş ve
elde edilen veriler belli temalara göre ayrılarak bulgular kısmında elde edilen verilerin
açıklaması yapılmıştır. Ayrıca frekans analizi ile hangi değerden ne sıklıkla bahsedildiği,
kapsadığı yüzdelik alanı belirtilmiş bu veriler de tablo halinde sunulmuştur.
3.BULGULAR
MEM‟in Okul Öncesi Değerler Eğitimi Yönergesi‟nde yer alan değerler ve bu
değerlerin frekans analizi yöntemi ile ne sıklıkla bahsedildiği aşağıdaki Tablo 1‟ de
belirtilmiştir. Tablo 1‟den sonra ise her değer ayrı bir başlık altında incelenerek; değerlerin
ninnilerde nasıl yer aldığı açıklanacaktır.
Tablo 1. Ninnilerde Yer Alan Değerlere Ait Frekans ve Yüzde Tablosu
Değer Frekans (f) Yüzde (%)
Sorumluluk ve çalışkanlık 137 27.9
Vatanseverlik 118 23.8
Kardeşlik ve birlikte yaşama kültürü 104 21.2
Vefa 92 8.7
Nezaket ve görgü kuralları 23 4.7
Cömertlik ve kanaatkarlık 10 2.0
Liyakat ve sadakat 8 1.7
Toplam 492 100
Tablo 1‟ e bakıldığı zaman “Türk Ninnileri” adlı kitapta en fazla sorumluluk ve
çalışkanlık değerine yer verilmiştir. Ayrıca vatanseverlik, kardeşlik ve birlikte yaşama
kültürü, vefa, nezaket ve görgü kuralları, cömertlik ve kanaatkarlık, liyakat ve sadakat
değerlerinin de işlendiği görülmektedir. Bu değerler yanında demokrasi ve adalet değerinin
mevcut ninnilerde yer almadığı görülmüştür.
Sorumluluk ve ÇalıĢkanlık Değerine Ait Bulgular
Sorumluluk ve çalışkanlık değerinin 137 defa tekrarlanarak üzerinde en çok durulan
ninni olduğu görülmüştür. Bu tekrar edilen rakam yapılan toplam değer vurgusunun %
27.9‟unu oluşturmaktadır. Bu değerde sıklıkla annenin çocuğuna karşı sorumluluğuna,
çocuğun büyüyüp okuması ve ilim, irfan öğrenmesine vurgu yapılmıştır. Birkaç örnek
verecek olursak; 34. ninnide geçen “okullara gitsin ninni / okusun da öğrensin ninni”
mısrasında, 85. ninnide geçen “okudu kızlar okudu” mısrasında, 96. ninnide geçen “bal toplar
hep arılar” mısrasında, 179. ninnide geçen “dördü çalıp çağıraydı / dördü okuyup yazaydı”
mısrasında, 209. ninnide geçen “kollarımda avuturum / eee derim uyuturum / tıpış tıpış
yürütürüm / ninni çalar büyütürüm” mısralarında, 212. ninnide geçen “anası çukurda çufallık
dokur / babası köşede musaf okur” mısrasında, 611. ninnide geçen “al babası al babası /
yağlığını sar babası / oğlunu mektebe hazırla babası” mısrasında, 663. ninnide geçen “okuya
okuya çıksa heceye” mısrasında, 719. ninnide geçen “ kızımı verdim ozana / ozan da ekmek
kazana” mısrasında, 734. ninnide geçen “öğretmen olacaksın bebeğim lori / hemşire olacaksın
bebeğim lori” mısrasında, 1002. ninnide geçen “yavrum okullara gider yolları güzel / yavrum
kuran okur dilleri güzel” mısrasında, 1464. ninnide geçen “hurilerin bacası / ders veriyor
hocası” mısrasında, 1560. ninnide geçen “hem okudum hem yazdım” mısrasında sorumluluk
ve çalışkanlık değerine vurgu yapıldığı görülmektedir.
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
599
Vatanseverlik Değerine Ait Bulgular
Vatanseverlik değerinin 118 defa tekrarlanarak sorumluluk ve çalışkanlık değerinden
sonra üzerinde en çok durulan değer olduğu görülmüştür. Toplam değer vurgusunun % 23.
8‟ini oluşturmaktadır. Bu değerde sıklıkla çocuğun büyüyüp askere gitmesine, Anadolu‟nun
şehirlerine ve manevi büyüklerine değinilmiştir.
28. ninnide geçen “benim küçük askerim” mısrasında, 81. Ninnide geçen “Anasının
kuzusu / Bırakıp gitmez köyü” mısrasında, 182. ninnide geçen “yirmi yaşında askere
yolladım” mısrasında, 250. ninnide geçen “büyüttüm, besledim, asker eyledim / Kıbrıs
dağlarında ettiler çavuş” mısrasında, 411. ninnide geçen “giydirdim, kuşandırdım / asker
eyledim” mısrasında, 553. ninnide geçen “bayrağı öpe öpe / toprağını tepe tepe / vatana
hizmet eyle” mısralarında, 557. ninnide geçen “eline kılıç alsın da paşam, düşmanları kürüsün
ninni” mısrasında, 606. ninnide geçen “şanlı Türk‟ün soyusun” mısrasında, 670. ninnide
geçen “büyüyecek yavrum asker sayacak, vatan borcunu da namus sayacak” mısrasında, 804.
ninnide geçen “kahredip korkak düşmanı / tüy döşeğine kovalayan er olasın” mısrasında,
1054. ninnide geçen “askere gider, teskere olur” mısrasında, 1170. ninnide geçen “sılayı
koyup da gurbetler gezme ninni” mısrasında, 1400. ninnide geçen “şehit baban camdan
bakıyor” mısrasında, 1424. ninnide geçen “babanı, kardeşini / Sakarya‟nın ufkuna sor”
mısrasında, 1646. ninnide geçen “oğlumun babası asker olmuş” mısrasında vatanseverlik
değerine vurgu yapıldığı verilen birkaç örnekte de görülmektedir.
KardeĢlik ve Birlikte YaĢama Kültürü Değerine Ait Bulgular
Kardeşlik ve birlikte yaşama değerinin 104 defa tekrarlandığı görülmüştür. Bu rakam
yapılan toplam değer vurgusunun % 21.2‟sini oluşturmaktadır. Bu değerde sıklıkla anne,
baba, amca, dayı, hala ve teyze gibi aile bağlarına ve bulunduğu toplumun kültürel
özelliklerine vurgu yapılmaktadır.
13. ninnide geçen “çifte çifte dayılar, geniş donlu halalar” mısrasında, 45. ninnide
geçen “anne bebeksiz olmaz/ bebek annesiz olmaz”, “çifte çifte dayısı var / çok fazla halası
var” mısralarında, 99. ninnide geçen “annemin kızıyım / babamın gözüyüm” mısrasında, 186.
ninnide geçen “mahallenin çocukları / yavrumun peşinden koşuştur” mısrasında, 251. ninnide
geçen “baban gele, deden gele / ayağına patik ala” mısrasında, 265. ninnide geçen “babacığın
şimdi gelir / seni öper sever oturur/ akşama teyzen gelir / hem seni sever hem beni”
mısralarında, 277. ninnide geçen “anasına selam yazsın ninni / dayısının elini öpsün ninni /
teyzesi de onu sevsin ninni” mısralarında, 401. ninnide geçen “dandini dandini dayısı bakar /
yanına yağlık emmisi takar / ağzına şeker babası eker / cebine harçlık dedesi döker”
mısralarında, 536. ninnide geçen “el bulamazsa abini sarar / el bulamazsa ablanı sarar”
mısrasında, 782. ninnide geçen “anasına selam salsın ninni / dayısının elini öpsün ninni /
teyzesi de onu sevsin ninni / halası da kurban olsun ninni” mısralarında, 909. ninnide geçen
“gökgöcükten anası / yürübükten babası var/ gül gibi teyzesi / kara kaşlı halası var.”
mısralarında, 946. ninnide geçen “emmisi var burma bıyıklı / dedesi hacı sarıklı / babası
samur kürklü” mısrasında, 1516. ninnide geçen “bir kuzu taş dibinde meliyor / bulamamış
komşuları geliyor” mısrasında, 1605. ninnide geçen “haber verin dayısına / şeker alsın
kuzusuna ninni” mısrasında kardeşlik ve birlikte yaşama kültürüne vurgu yapılmaktadır.
Vefa Değerine Ait Bulgular
Vefa değerinin 92 defa tekrarlandığı ve toplam değer vurgusunun % 18.7‟ sini
oluşturduğu görülmektedir. Bu değerde anne babanın bebeğine olan kuvvetli sevgi bağına ve
fedakarlıklarına vurgu yapılmaktadır.
22. ninnide geçen “ ben kurban, baban kurban / bizden başka kim kurban” mısrasında,
49. ninnide geçen “ çekerim senin için her çileyi” mısrasında, 157. ninnide geçen “senin için
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
600
ben öleyim” mısrasında, 237. ninnide geçen “terazi tartanlar kurban / evde annesi kurban”
mısrasında, 362. ninnide geçen “hasta olduğu günlerinde / kan ağlarım gözlerimde”
mısrasında, 546. ninnide geçen “ninnilerin benim olsun / uykularım senin olsun” mısrasında,
644. ninnide geçen “baban sana köle olsun mısrasında”, 671. ninnide geçen “kazası da belası
da bana gele” mısrasında, 887. ninnide geçen “benim yavruma bir anası ağlar” mısrasında,
1402. ninnide geçen “kurban olurum karışan kanına” mısrasında, 1628. ninnide geçen
“kızıma kurban olayım” mısrasında vefa değerine vurgu yapıldığı görülmektedir.
Nezaket ve Görgü Kurallarına Ait Bulgular
Nezaket ve görgü kuralları değerinin 23 defa tekrarlandığı ve toplam değer
vurgusunun % 4.7‟sini oluşturduğu görülmektedir. Bu değerde karşıdaki kişiye sevgiyle ve
nazik bir eda ile yaklaşmanın gerektiğini, büyüklerimize karşı hicap duymamız gerektiği
vurgulanmaktadır.
62. ninnide geçen “Sabah baban gelince / Ellerini de öpesin” mısrasında, 188. ninnide
geçen “ninni ile mest etmeli, küçücüktür uslanmalı” mısrasında, 290. ninnide geçen “yavrum
gitti teyzesine, teyzesi çok kibar hanım” mısrasında, 554. ninnide geçen “güzel yavrum ninni /
tatlı tatlı konuşsun ninni” mısrasında, 574. ninnide geçen “annesine su getirsin / babasına su
getirsin” mısrasında, 585. ninnide geçen “kötü sözler hatır yıkar” mısrasında, 717. ninnide
geçen “temiz yürekli olasın güzel kızım”, 885. ninnide geçen “say büyüğü, sev küçüğü”
mısrasında, 1364. ninnide geçen “kayınbabamdan hicap ettim” mısrasında, 1534. ninnide
geçen “kaynatamdan hicap ettim” mısrasında, 1535. ninnide geçen “bey babandan hicap
ettim.” mısrasında, 1579. ninnide geçen “kayınbabamdan ar eyledik” mısrasında, nezaket ve
görgü kuralları değerine vurgu yapıldığı görülmektedir.
Cömertlik ve Kanaatkarlık Değerine Ait Bulgular
Cömertlik ve kanaatkarlık değerinin 10 defa tekrarlandığı ve toplam değer vurgusunun
% 2 ‟sini oluşturduğu görülmektedir. Bu değerde cömert olmasına, gözün tok olmasına ve
elindeki ile yetinmeyi bilmesine vurgu yapılmaktadır.
79. ninnide geçen “ Analar cömert olur, yavrum uyu” mısrasında, 159. ninnide geçen
“soğan, ekmek bulamazdık bundan evveli / yağa, bala garrah olduk oğlum geleli” mısrasında,
659. ninnide geçen “yiye yiye dost kardeş / konu komşu doyacak” mısrasında, 664. ninnide
geçen “helal helal mal yiyesin” mısrasında, 713. ninnide geçen “kazanılmış malı yiyesin”,
724. ninnide geçen “bir başın sokacak damın olsun” mısrasında, 880. ninnide geçen “oğlum
sakla samanı” mısrasında, 882. ninnide geçen “bir yiğide bir gül yeter” mısrasında, 1343.
ninnide geçen “annem altınla gönlümü eğliyor / nideyim altını başını yesin” mısrasında, 1503.
ninnide geçen “oyununa doymadın mı?” mısrasında cömertlik ve kanaatkarlık değerine vurgu
yapıldığı görülmüştür.
Liyakat ve Sadakat Değerine Ait Bulgular
Liyakat ve Sadakat değerinin 8 defa tekrarlandığı ve toplam değer vurgusunun % 1.7
‟sini oluşturduğu görülmektedir. Bu değerde vatanına, milletine hayırlı ve anne babasına
yaraşır bir evlat olmasına vurgu yapılmıştır.
566. ninnide geçen “ünü dünyayı bulsun / hayırlı bir adam olsun” mısrasında, 593. ninnide
geçen “babasına selam vere / annesine ipek getire” mısrasında, 604. ninnide geçen “devletine
yararlı olsun / milletine yararlı olsun” mısrasında, 636. ninnide geçen “vatana, millete hayırlı
olacak” mısrasında, 654. ninnide geçen “devlete, millete yararlı olsun” mısrasında, 825.
ninnide geçen “eve para getirecek / bizi dardan kurtaracak” mısrasında, 890. ninnide geçen
“büyüyünce unutma özünü” mısrasında, 1410. ninnide geçen “uyusun da büyüsün aslan
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
601
oğlum / anasının başını kaldırsın oğlum” mısrasında liyakat ve sadakat değerine vurgu
yapılmıştır.
4.TARTIġMA VE SONUÇ
Alan yazına bakıldığında değerler eğitimi ile ilgili birçok çalışmanın yapıldığı
görülmüş, ancak değerler eğitimi ve ninni konusuna dair pek fazla çalışmaya rastlanmamıştır.
Değerler konusunda genellikle tarihçesi, eğitim ve öğretim süreci, aile, okul ve çevre ilişkisi,
yöntemler üzerine eğilerek çalışmalar yapılmıştır. Okul öncesi çocukları ve ninni eğitimine
yönelik çalışmalara bakıldığında ise Demir ve Oflaz‟a ait (2010) çalışmada okul öncesi
dönemde ninniler ile matematik öğretimi konusu ele alındığı görülmüştür. Demir ve Oflaz
(2010) bu çalışmada, ninnilerin matematik ile ilgisi incelenmiş ve ninnilerin matematik
öğretiminde eşi benzeri bulunmaz bir eğitim materyali olduğu sonucuna varılmıştır. Yine bir
başka çalışmada Gelişli ve Yazıcı (2016) ninnilerin çocuk eğitimindeki önemi ve yerinden
bahsetmiş, çocuklara henüz erken yaşlarda söylenen ninnilerin onların bilişsel, motor, sosyalduygusal,
dil alanında gelişmesine büyük katkı sağladığını; ninnilerin çocukların
beyinlerindeki farklı bölgeleri harekete geçirdiğini ve böylece beyin gelişimine katkı
sağladığını; aynı zamanda çocuğun aile ve sosyal çevresine uyumunu kolaylaştırdığını ve
okul başarısına etki ettiğini söylemişlerdir. Coşkun‟a (2013) ait “Türk Ninnilerine İşlevsel
Yaklaşım” adlı çalışmada ise ninnilerin çocuğun bilişsel, duygusal ve sosyal bakımdan
gelişmesine yardımcı olduğunu, çocuğun gelenek ve göreneği, değer yargılarını öğrenmesini
ve kendini güvende hissetmesini sağladığını söylemiştir. Çifçi (2016), “Türk Ninnilerinde Yer
Bulan Coğrafyaya İlişkin Kelime ve Kavramlar” adlı çalışmada ise ninnilerin önemli bir
kültürel eğitim aracı olarak çocukların doğumundan başlayarak coğrafya ile ilgili kelime ve
kavramlarla karşılaşmalarını sağladığını; bu kelime ve kavramların ninnilerde yakından uzağa
ve somuttan soyuta ilkeleri gözetilerek doğru bir sırayla çocuklara verildiğini; ninnilerin
çocuğa yakın çevresini hem sosyal hem de doğal bir bakış açısıyla verdiğini; kelime ve
kavramlar arasındaki ilişkiler gözetilerek verildiğini, böylece zıtlıklar, benzerlikler, altlık,
üstlük gibi ilişkiler ile çocuğun zihninde daha kalıcı olarak kaldığını ve mümkün olduğu
kadar çocukların etkileşim kuracağı kelime ve kavramların seçildiğini belirtmiştir.
Bu çalışmada da çocukların ninni ile toplumun kültürünü içselleştirdiğine, sosyal,
duygusal, bilişsel ve dil alanlarında ilerleme göstermesine büyük katkıda bulunduğuna vurgu
yapılmıştır. Özellikle toplumla barışık ve uyum içerisinde yaşaması, ileriki süreçte kendi
ayakları üzerinde durarak özgüven içerisinde yol alması için çocukların değerleri
kazanmasının oldukça önemli olduğu görülmektedir. Bunun için de içinde birçok değeri
barındıran ninnilerin okulöncesinde çocuklar için bir eğitim materyali olarak kullanılmasının
oldukça faydası olacaktır.
Yapılan çalışmada ninnilerin, MEM‟in Okul Öncesi Değerler Eğitimi Yönergesi‟nde
yer alan değerlerden hangisini barındırdığına bakılmış ve birçok değeri bünyesinde
barındırdığı görülmüştür. “Türk Ninnileri” adlı kitapta, en fazla vurgunun sorumluluk ve
çalışkanlık değerine yapıldığı görülmüştür. Toplamda 1650 ninninin incelendiği bu
araştırmada 492 kez değer vurgusuna yer verilmiş, sorumluluk ve çalışkanlık değerine yapılan
vurguların toplam değer vurgusunun yaklaşık % 27.9 „unu oluşturmuştur.
Sorumluluk ve çalışkanlık değerinden sonra en fazla vurgunun vatanseverlik değerine
yapıldığı görülmüştür. Bu değere yapılan vurgu ise toplam değer vurgusunun yaklaşık %
23.8‟ ini oluşturmuştur. Demokrasi ve adalet değerine dair ise hiç vurgu yapılmadığı
görülmüştür.
Vatanseverlik değerinden sonra ise en fazla vurgunun kardeşlik ve birlikte yaşama
kültürüne (104) yapıldığı görülmüştür. Kardeşlik ve birlikte yaşama değerini sırasıyla vefa
(92), nezaket ve görgü kuralları (23), cömertlik ve kanaatkarlık (10) ve liyakat ve sadakat (8)
değerleri takip etmektedir. “Türk Ninnileri” kitabında vurgulanan sorumluluk ve çalışkanlık,
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
602
vatanseverlik, kardeşlik ve birlikte yaşama kültürü ve nezaket ve görgü kuralları değerlerinde
yapılan vurguların, toplam değer vurgularının yaklaşık %91‟ ini oluşturduğu görülmüştür.
Diğer değerlere yapılan vurguya kıyasla bakıldığında bu dört değer vurgusuyla diğer
değerlerin vurgusu arasında oldukça fark bulunmaktadır.
5.ÖNERĠLER
Ninnilerin değerleri içinde barındırması, birçok kazanımda kullanılabilmesi ve önemi
göz önüne alındığında okul öncesi dönemde çocuklara bir eğitim materyali olarak daha çok
sunulmalıdır.
Değerler Eğitimi Yönergesi hazırlanırken kazandırılması hedeflenen değerlerin okul
öncesi çağı çocuklarının içinde bulunduğu dönem dikkate alınarak, yönerge daha somut ve
belirgin hazırlanmalıdır.
Ebeveynlerin geleneksel ninnileri daha sık kullanması özendirilebilir.
Farklı ninni antolojileri üzerinden yeni çalışmalar yapılabilir.
KAYNAKÇA
Aydın, M. Z. ve Gürler, Ş. A. (2012). Okulda değerler eğitimi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Aydın, M. (2003). Gençliğin değer algısı: Konya örneği. Değerler Eğitimi Dergisi, 1(3), 121-
144.
Coşkun, N. Ç. (2013). Türk ninnilerine işlevsel yaklaşım, Turkish Studies – International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 8(4),499-
513.
Çifçi, T. (2016). Geographical Concepts in Turkish Lullabys. Universal Journal of
Educational Research, 4(4), 886-894.
Demircioğlu, İ. H. ve Tokdemir, M. A. (2008). Değerlerin oluşturulma sürecinde tarih
eğitimi: amaç, işlev ve içerik. Değerler Eğitimi Dergisi, 6(15), 69-88.
Demir, N. ve Oflaz, G. (2010). Okul öncesi dönemde ninniler ile matematik öğretimi. Journal
of World of Turks, 2(1), 351-361.
Demir, N. (2008). Avrupa‟da yaşayan 0-6 yaş grubu Türk çocuklarına Türkçe ve Türk
kültürünün öğretilmesinde kullanılabilecek bir materyal: “Türk ninnileri”. The Journal
of International Social Research, 1(5).Volume 1, Issue:5, s.224-240.
Deveci, H. ve Selanik, A. Y. (2009). İlköğretim öğrencilerinin günlüklerine göre günlük
yaşamda değerler. Journal of International Social Research, 2(6), 167-181.
Erkan, S. ve Kırca, A. (2010). Okul öncesi eğitimin ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin
okula hazır bulunuşluklarına etkisinin incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 38, 94-106.
Ediger, M. (1998). Trends and issues in teaching elementary school social studies. College
Student Journal, 32, 347-363.
Gelişli, Y. ve Yazıcı, E. (2012). Türkiye‟de uygulanan okul öncesi eğitim programlarının
tarihsel süreç içerisinde değerlendirilmesi. Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar
Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı:29. 85-93.
Genç, S. Z. ve Eryaman, M. Y. (2008). Değişen değerler ve yeni eğitim paradigması. Sosyal
Bilimler Dergisi, 9(1), 89-102.
2018, 17, 66(595-603) http://www.esosder.org https://dergipark.gov.tr/esosder
603
Güneş, F. (2010). Ninnilerin Çocukların Dil Ve Zihinsel Gelişimine Etkisi. Journal of World
of Turks, 2(3), 27-38.
Maslovaty, N. (2003). The Placement of Moral Contents: Priorities and Structures of the
Belief System of Teachers and High School Students. Educational research and
evaluation, 9(1), 109-134.
Meer, F. (1999). The Global Crisis—A Crisis of Values and the Domination of the Weak by
the Strong. Journal of Human Values, 5(1), 65-74.
Meydan, H. (2014). Okulda Değerler Eğitiminin Yeri ve Değerler Eğitimi Yaklaşımları
Üzerine Bir Değerlendirme. An Evaluation on the Role of Values Education in School
and Values Education Approaches. BEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1(1), 93-10.
Özdemir, M. (2010). Nitel veri analizi: sosyal bilimlerde yöntembilim sorunsalı üzerine bir
çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(1), 323-343.
Özensel, E. (2003). Sosyolojik bir olgu olarak değer. Değerler Eğitimi Dergisi, 1(3), 217-239
Revell, L. (2002). Children’s responses to character education. Educational studies, 28(4),
421-431.
Schwartz, S. H. (1994). Are there universal aspects in the structure and contents of human
values?. Journal of social issues, 50(4), 19-45.
Sönmez, H. (2011). Reşat Ekrem Koçu’nun çocuklar için yazdığı eserlerde değer eğitimi ve
Türkçe (Master’s thesis, İnönü Üniversitesi).
Tut, E. ve Kıroğlu, K. (2017). TRT’nin popüler çocuk şarkıları yarışması’nda finale kalan
eserlerin değerler eğitimi açısından incelenmesi. Journal of International Social
Research, 10(48).
Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr. (10.03.2015).
Yalar, T. ve Yelken, T. Y. (2011). Değerler eğitiminin iyileştirilmesi ile ilgili öğretmen
görüşlerinin belirlenmesi ve bir program modülü örneğinin geliştirilmesi. Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, 10(38), 79-98.
Yaman, H. ve Çolak, S. (2009). İlköğretim İkinci Kademe Türkçe Ders Kitaplarında Yer Alan
Değerler. Journal of Values Education, 18(7), 107-120.
Yıldırım, A. ve Şimşek, H. (2016). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri. Seçkin
Yayıncılık.

Contribution of Plays and Toys to Children’s Value Education

Abstract Plays and toys have an important place in the education of children. Children learn by seeing and doing rather than reading, listening and understanding. Play is an important “job” for children. The basic function of plays is to facilitate children’s adaptation to the world. Children can understand the real world by playing. They deal with unwanted situations by playing games. Moreover, they construct the building blocks of language and concept development through playing. They try different social roles by playing games. Again, through playing, they find the stimulants that are not readily available in real life. Children learn self-regulation, setting up rules and abiding by these rules through plays. They play to experience, understand and learn the things they cannot do in real life. For a child who ascribes a meaning to toys and objects, playing games and playing with toys is a serious business. Situations which are imaginary at first help children learn some rules, take a step beyond their development and construct their own zone of proximal development. All children have an imaginary friend when they are small. During this process which is a normal development pattern and a helpful occupation, the playmate is usually a toy. Playing games and playing with toys is not just an occupation, but also an activity that supports children’s mental health and helps them establish and develop emotional relationships. Plays and toys have a close relationship with education, history, geography, sociology, psychology, politics, industry and tourism, in short, with culture. Plays and toys are used as a method for early diagnosis of some disorders such as learning difficulty and autism. In these days where we seek solutions to digital addiction, plays and toys emerge as an important alternative. Plays also provide a suitable environment for value and morals education. Introducing plays and toys which have an important place in child education and using them more effectively in value and morals education together with other fields of development is of critical importance. In this theoretical article, we tried to address the importance of plays, toys and toy museums from this perspective.
Keywords: Play, Toy, Toy museum, Child education, Value education.
Citation | Mustafa ÖNDER (2018). Contribution of Plays and Toys to Children’s Value Education. Asian Journal of Education and Training, 4(2): 146-149. History: Received: 6 March 2018 Revised: 27 March 2018 Accepted: 2 April 2018 Published: 4 April 2018 Licensed: This work is licensed under a Creative Commons Attribution 3.0 License Publisher: Asian Online Journal Publishing Group Funding: This study received no specific financial support. Competing Interests: The author declares that there are no conflicts of interests regarding the publication of this paper. Transparency: The author confirms that the manuscript is an honest, accurate, and transparent account of the study was reported; that no vital features of the study have been omitted; and that any discrepancies from the study as planned have been explained. Ethical: This study follows all ethical practices during writing.
Contents 1. Introduction ……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………… 147 2. Plays and Their Importance …………………………………………………………………………………………………………………………………….. 147 3. Toys and Toy Museums……………………………………………………………………………………………………………………………………………. 147 4. Conclusion and Suggestions …………………………………………………………………………………………………………………………………….. 149 References …………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….. 149
Asian Journal of Education and Training, 2018, 4(2): 146-149
147
1. Introduction
Development and change of human characteristics is possible to a great extent through education. Improvement of existing abilities and personality development occurs through education. This means that there is a need for educators, educational environments and materials. Plays and toys are two of the most important components that contribute to the development of children. In addition to the other fields of development, plays and toys make a significant contribution to the value and morals education. While children make their wishes and desires come true while playing games, they gain some values within the framework of their knowledge and experience without being under the influence of others. They develop their conscience and emotions. They develop a loving personality that can self-regulate and perform internal control (Sevinç, 2009; Balat, 2012; Koglın and Petermann, 2013). Children who play games were found to be more social, more easy-going, more creative and open to sharing than those who do not play games (Akın, 2016). Plays reinforce positive behaviors and help changing negative behaviors (Yörükoğlu, 2008).
Plays and toys have a close relationship with education, history, geography, sociology, psychology, politics, industry and tourism, in short, with culture. It is possible to clearly see that in the toy museums established abroad, and recently in Turkey. Plays and toys are used as a method for early diagnosis of some disorders such as learning difficulty and autism (Bakırcıoğlu, 2013; Çakar, 2017). The long history of toys and the way they spread provides valuable information for anthropologists. Nursery rhymes, folk songs and dialogues used in plays are very important for philologists (Sen, 2012). Plays and toys also include beliefs, values and moral elements. We tried to address these issues in this article.
2. Plays and Their Importance
Plays and toys have an important place in all cultures. The history of plays is as old as the history of human civilization. Their importance has begun to be realized better in today’s world. In our history, plays have already had a special place. There are also some cross-cultural similarities between plays. It can be seen that various games are known and played in different countries and geographies by similar names (Poyraz, 2017). Ibn-i Sina says all children must play games (Önder, 2014). Mahmud al-Kashgari also mentions about children’s games. Evliya Çelebi mentions about hundreds of stores that sell toys for children (Sevinç, 2009). Article 31 (1) of the “Convention on the Rights of the Child” adopted in November 20, 1989 reads as follows: “States Parties recognize the right of the child to rest and leisure, to engage in play and recreational activities appropriate to the age of the child and to participate freely in cultural life and the arts.” (Sen, 2012).
Play is defined differently by different researchers. Dönmez defined play as follows: “Play is the most effective learning process for children, which serves a specific purpose or not and is played with or without rules, but always is a part of a real life and lies the basis for physical, cognitive, linguistic, emotional and social development (as cited in: Poyraz (2017). Playing games is the second most important need after love for the physical and personality development of children. It is impossible to think a childhood without plays. Freud defines mental health as the ability to “love and work”. Yörükoğlu briefly defines children’s mental health as “being loved and playing”. In his book titled “What men live by”, Tolstoy says men live by love (Tolstoy, 2011).
Children learn by seeing and doing rather than reading, listening and understanding. Play is an important “job” for children. Playing is also a useful occupation for adults, but its function is different. The basic function of plays is to facilitate children’s adaptation to the world. Children can understand the real world by playing. They deal with unwanted situations by playing games. Moreover, they construct the building blocks of language and concept development through playing. They try different social roles by playing games. Again, through playing, they find the stimulants that are not readily available in real life (Bacanlı, 2011). Mildred Parten, a researcher who conducts studies on children’s games, recognizes six different types of plays and emphasizes their importance for child development. Among these six types of plays are Unoccupied Play, Onlooker Play, Solidarity Play, Parallel Play, Associative Play and Cooperative Play, all of which emphasize the importance of plays and toys (as cited in Bacanlı (2011)). Piaget, a cognitive theorist, classified plays in accordance with the theory he developed and said that plays derive from the desire to attribute a meaning to experiences. To him, play is an adaptation (Sevinç, 2009; Sen, 2012; Erduran and Yilmaz, 2016).
Another classification of plays put them into five classes as Movement Based Plays, Exploratory Plays, Imaginative Plays, Emotional and Tricking Plays and Imitation Plays. Peter Smith classifies plays into four as Locomotor Plays, Object plays, Social Plays and Imaginative Plays. In these plays, toys are one of the main elements. They are the best friends of children and even their confidants (Sezer, 2012). The psychologist Vygotsky states that children learn how to self-regulate, how to set up rules and how to abide by these rules through plays. He suggests that children try experiencing, understanding and learning the things they cannot do in real life by playing and plays provide the most suitable environment for the functioning of cognitive mechanism (Sevinç, 2009; Sen, 2012). For a child who ascribes a meaning to toys and objects, playing games and playing with toys is a serious business. Situations which are imaginary at first help children learn some rules, take a step beyond their development and construct their own zone of proximal development (Bacanlı, 2011). Children learn the most important roles such as being a mother or a father that they will experience in the future through plays. Between 2 and 3 years of age or 9 and 10 years of age, children have an imaginary friend. During this process which is a normal development pattern and a helpful occupation, the playmate is usually a toy. Playing games and playing with toys is not just an occupation, but also an activity that supports children’s mental health and helps them establish and develop emotional relationships (Sezer, 2012). The process of playing also includes activities that help children learn values, beliefs and moral behaviors. Plays provide the ideal environment where we can teach children to clean, to help each other, to be honest and fair, to respect others and to love.
3. Toys and Toy Museums
Toys are actually a country’s imagination of the future since they are designed by adults. There are some studies suggesting that the company which manufactures Barbie dolls today manufactured “German toy soldiers”
Asian Journal of Education and Training, 2018, 4(2): 146-149
148
in 1933 based on Hitler’s saying “ideas grow with children” dated many years before the World War II and helped winning the war through the perception and motivation it created 6 years before the war. Toys provide a common language for all children. At the same time, they are important indicators of the education system. The same holds true for our country, too. Small toy windmills (pinwheel) used once by the children have been a source for today’s wind plants. Robot toys once loved by children are frequently used in daily life in various sectors today. Toy cars that transform like knight rider are in real life now. The paper kites of once are now in our life as Drones. It means that plays and toys are very important materials that incorporate the codes of a country’s future.
In recent years, tech toys and plays have dominated the whole world. Such toys and plays do not allow children to make a decision. They do the entire job themselves, depriving children of the opportunity to research, explore and try. However, what is important in regards to plays and toys is that they provide children with the opportunity to do whatever they want, to try and explore and to be creative. Therefore, it should be discussed whether the existing toys are “smart” or not (Erduran and Yilmaz, 2016). Toy museums can be an alternative to this imported culture. One of the most effective methods to deal with children’s electronic or digital addiction, which has emerged recently as a serious and frequently discussed problem (Bee and Boyd, 2009; Dilci, 2016; Göka, 2017) is to establish toy museums in which national plays and local toys can be used for educational purposes.
Toys are not just for kids. They also concern adults. There is no adult who is not affected or moved upon seeing the toys of his/her childhood. Since all children will be the adults, parents and teachers of the future, plays and toys are actually an important investment for the future. German educator Günter Stachel lists the outcomes of playing games with children and says that plays save a child from the complexity of the world which is under the hegemony of technology and provide children with the opportunity to create their own world (Stachel, 2009). Disregarding plays and toys means disregarding the child development (Akın, 2016). Yörükoğlu says the following: Play is a creation environment for children. They overstep and expand their bounds through plays. Children who play create their own imaginary world, but they imitate real-life experiences. They transfer their perceptions of real life into the play environment, incorporating them through their own interpretation. Children are as strong and skillful as adults while playing games. What they ride is not a stick, but a strong horse. The toy plane they play with is a real plane that can fly around the world. Their toy gun is more powerful than anyone (Yörükoğlu, 2008). A toy museum will also attract the attention of adults as much as children. Besides, it will contribute to the improvement of the national toy industry. In today’s world where the traditional plays and toys fade into oblivion and electronic toys of foreign origin spread across the world, resurrecting and manufacturing our plays and toys means protecting our deep-rooted culture and introducing it to the world. Technocities are expected to make a supportive and creative contribution for the wooden toy manufacturers whose number has been decreasing gradually. Repair and manufacture shops which will be established in toy museums will attract the attention of not only children, but adults as well.
Toys and toy museums incorporate the history of dreams and imaginations. Humans first dream, and then they realize their dream. Everything starts with a dream. There are various examples of toy museums abroad, and recently, in Turkey. The toy museums founded by Sunay Akın in the cities like Istanbul, Ankara, Izmir, Antalya and Gaziantep attract a great deal of attention and are liked by the children. The purpose of the Ankara University Faculty of Education Toy Museum, which was founded in 1990, is to preserve the toys which are at the risk of perishing during the times of swift social change in Turkey, to protect these toys, to hand them down to the next generations and to introduce them. Such museums are recognized as scientific institutions that serve the purpose of researching child culture. The toys in the museum were classified as traditional, fabricated, foreign origin, antique and new toys. The history of toy museums which were predominantly in the UK, Germany, France, Italy, Japan and Russia dates back to ancient times. Toys have changed in parallel with technological developments. Once made out of soil, wooden and tin, toys have gradually become more electronic-oriented.
It is a fact that the cities in Turkey are lack of social fields and activities for children. Social fields and activities are known to make a great contribution to the cognitive, affective and psycho-motor development of children. Universities and the Ministry of National Education have the most important role in making up this lack of social fields and activities. Pre-service preschool teachers studying at the Faculty of Education Preschool Teaching Department also feel the lack of toy museums. Establishment of toy museums has become a need that can no longer be postponed for these students to gain teaching experience. It is the responsibility of adults to make this dream of children who had to grow up without toys come true. Scientific studies revealed that toys are important materials for children in all aspects of their development. More toy museums should be established to meet this need of teachers and children.
Toy museums aim to have a collection of toys, which constitute an indispensable part of child education, and to contribute to children’s creativity and their mental, emotional and psycho-motor development. Toys are the subjects of the argument of today’s educators which is that “children learn through playing”. Increasing the number and variety of toys will make children’s learning easier and make the museums an effective practice center for preschool teachers. Besides, these museums will create cultural consciousness by introducing traditional plays (Âşık, Topaç, Kuş, Cüz, Karagöz, Hacivat, Orta Oyunu, Regional Plays) to our children as well as compiling the old toys used in Turkey and creating the opportunity to examine their sociological, psychological and educational function.
Functioning as a social and cultural activity, the projects for founding toy museums will attract the attention of not only the people in the region they are founded in, but also those living around the region. There are toy museums only in a few cities of Turkey. If we exclude Ankara, we can say that there is not toy museum in the Central Anatolia and Eastern Anatolia Regions. Toy museums should be established in at least the big cities of these regions as soon as possible. Toy museums will be a perfect practice center for the courses such as Material Design, Creativity and other Preschool Teaching courses offered in the Faculties of Education. The existing toy museums are visited by a large number of students. These visits will not only be limited to the toy museums, but also ensure that the other historical and touristic places are visited. This will also increase the quality of education.
The process first begins with visiting the toy museums at home and abroad. The toys used throughout the history are collected and those considered to make a contribution to children are identified and bought. Museums
Asian Journal of Education and Training, 2018, 4(2): 146-149
149
can be established by receiving support from those who have expertise in this field (like Sunay Akın). The process is run with a group that will consist of the faculty members studying in this field, and if necessary of the students, from the Faculty of Education. Educational environments arranged especially for children constitute one of the most distinctive features of today’s modern cities.
4. Conclusion and Suggestions
Playing games and playing with specific toys is an activity that makes a great contribution to learning, creativity, problem solving, personality development, mental health, cultural development and moral development of children. Besides, plays and toys are not just materials and activities that are needed in specific periods. Playing is an activity that needs to go along with formal education and that contributes to the development of children at least as much as formal education. We should make time for children to play games and play with toys as much as we make time for formal education. It is for sure that plays and toys will make a great contribution to solving our problems such as digital addiction, which has spread around the world, devaluation of values and weakening of social ties. Meeting with plays and toys, which is at least as important as love, is not just a need of children, but also is a teaching method for the adults who educate them. Plays and toys, together with the establishment of toy museums, are of critical importance for the protection of cultures and values, teaching these values, internalization of moral behaviors and development of language and creativity. In today’s world where we frequently complain about the negative impacts of the media, plays whose content is well defined and which are guided by adults constitute one of the ways to solve this problem. We can say that the most important investment in the future of countries is to meet children with plays, toys and toy museums.
References
Akın, S., 2016. The toys we broke. Istanbul: İş Bankası Publications.
Bacanlı, H., 2011. Educational psychology. Ankara: Pegem Akademi Publishing.
Bakırcıoğlu, R., 2013. Mental health of children and adolescents. Ankara: Anı Publishing.
Balat, A., 2012. Values education in early childhood and sample activities. Ankara: Pegem Academy Publications.
Bee, H. and D. Boyd, 2009. Child developing psychology the developing child. Istanbul: Kaknüs Publications.
Çakar, F.S., 2017. Adaptation and behavioral problems in elementary education, stages of life and adaptation problems. Ankara: Pegem Academy Publications.
Dilci, T., 2016. Time for a digital diet. Kayseri: Geçit Publishing.
Erduran, N. and M. Yilmaz, 2016. Game world game world my play world. Ankara: Educational Publications.
Göka, E., 2017. Internet and our psychology. Istanbul: Kapı Publishing.
Koglın, U. and F. Petermann, 2013. Behavioral training in Kindergarten. Göttingen: Hogrefe Verlag.
Önder, M., 2014. Turkish history of education. Ankara: Anı Yayıncılık.
Poyraz, H., 2017. Plays in early childhood and sample plays. Ankara: Anı Publishing.
Sen, M., 2012. Plays and their importance in early childhood education, early childhood education. (Ed: Ibrahim H. Diken). Ankara: Pegem Academy Publications.
Sevinç, M., 2009. Early childhood development and education. Istanbul: Morpa Publications.
Sezer, T., 2012. Basic charakteristics and needs of pre-school child in. Fikret, G.-S.T. Early childhood education. Ankara: Pegem Akademi Publishing.
Stachel, G., 2009. Religious education in the family of today”, Religious education of infants. (Prepared by: Joseph Sauer, Trans. Mustafa Önder). Tokat: Arı Ofset Basımevi.
Tolstoy, L.N., 2011. What does a human live with? (What Men Live By). (Trans. Murat Çiftkaya). Istanbul: Shule Publications.
Yörükoğlu, A., 2008. Child’s mental health. Istanbul: Ozgur Publishing House.

FARABİ, BİRUNİ ve İBN-İ SİNA’DA EĞİTİM ve EĞİTİM YÖNTEMLERİ

Özet

 Farabî, Birunî ve İbn-i Sîna 10. Ve 11. Yüzyılda yaşamış, yazdıkları eserler, buldukları yöntemler ve çalışma metotlarıyla hem Türk-İslam Medeniyet Tarihine, hem de Dünya Medeniyet Tarihine damga vurmuş bilginlerdir. Kısa ömürlerine yüzlerce eser sığdırmışlardır. Tarihte ilk defa Eğitim Bilimi’ni Felsefe’den ayırarak hakkında müstakil eser yazan kişiler bunlardır. Eğitimin amacını, çeşitlerini, metotlarını eserlerinde ayrıntılı olarak ortaya koymuşlar, günümüz modern eğitiminin fikir babalığını yapmışlardır. Gözlem, Deney, Bilimsel Yöntem, Yaş Guruplarına Göre Eğitim, Okul Öncesi Eğitim, İkna Yöntemi, Gösteri Yöntemi, Uygulamalı Eğitim, Eğitim Teknolojisi, Örgün-Yaygın Eğitim ve Psikanaliz Yöntemini hem teorik hem de pratik olarak geliştirmişlerdir. Ahlâk ve değer eğitimine özel bir önem vermişler, öğrenci ve öğretmen yeterliklerini asırlar önce belirlemişlerdir. Günümüz eğitiminin vazgeçilmez teorileri ve bunların fikir babaları olan Dewey, Piaget, Freud, Rousseau gibi düşünürlere ilham kaynağı olanlar bahse konu Türk-İslam âlimleridir. Teorik bir çalışma olan tebliğimizde, İbn-i Sina, Farabi ve Birunî’nin eğitim görüşlerini, eğitim yöntemlerini, bilgiyi nasıl ürettiklerini, nasıl çalıştıklarını ortaya koyarak, Türk gençleri için Rol Model kişilikleri öne çıkarmayı ve motivasyon sağlamayı amaçladık. Çalışmamız tarihsel dokümantasyon analizi ve nitel bir desene sahiptir.

 

Anahtar Kelimeler: Farabî, İbn-i Sîna, Birunî, Eğitim, Eğitim Yöntemleri.

Key Words: Farabi, Biruni, İbn-i Sina, Education, Education Methods.

Abstract

Farabi, Biruni and İbn-i Sina are scholars who have lived in the 10 th and 11 th centuries and stamped on the Turkish-Islamic History of Civilization and the World History of Civilization with the Works they have written, methods and working with they have found. They have put hundreds of Works into their short life. Fort he first time in history, these are the individuals who have separated the Education Science from Philosophy and wrote about it independently. They set out the purpose of education, theirvarieties and methods in detail in their Works and they made the idea of modern day education. They have developed both theoretical and practical methods of observation, experiment, scientific method, education by age group, pre-school education, persuasion method, demonstration method, applied education, educational tecnology, formal-informal education and psychoanalysis. They have special importance to ethics and value education and they determined the competence of students and teachers centuries ago. The indispensable theories of today’s education and the inspiration for thinkers such as Dewey, Piaget, Freud, Rousseau who are their patriarchs, are the subject of Turkish-İslamic scholars. In our theoretical work, we aimed to bring forward the role model personalities and motivation of the young people of Turkey by showing the views of İbn-i Sina, Farabi and Biruni, their education methods how they produced the information and how they worked. Our Works has a historical documentation analysis and a qualitative design.

          1-GİRİŞ

Biruni 970 yılındfa Harizm’in merkezi Kâs’ta doğdu. Astronomi, Matematik, Fizik, Tıp, Kimya, Coğrafya, Tarih, Dinler Tarihi, Mimari ve Şehircilik, Biyoloji, Dil alanlarında çalışmalar yaptı ve eserler yazdı. Çocukluğundan beri kendisinde var olan araştırma tutkusu, çağının ilmi ve felsefi birikimini yeniden üretici tarzda değerlendirme başarısını göstermiştir.  Batılı düşünürler (Sarton-Barthold) O’nun yaşadığı döneme “Biruni Asrı”  demişler (Özcan, 2007:57), kendisi için de “Bütün zamanların en büyük bilginlerinden biri, İslam âleminin en büyük bilgini”  ifadelerini kullanmışlardır. Çağdaşı olan İbn-i Sina ile görüş alışverişinde bulunmuş, bütün Dünya’da haklı bir üne sahip olarak 1061 yılında Gazne’de vefat etti (TDVİA, VI:209).

Farabi Türkistan’ın Farab şehri yakınındaki Vesiç’te 871-72 yılında doğdu. Özellikle Felsefe, Kelam, Mantık, Psikoloji ve Ahlak ilmiyle uğraştı. Onlarca eser yazdı. Dünya’da Aristo’dan sonra ikinci öğretmen anlamında Muallim-i Sani ya da Abunaser diye bilinir (Çubukçu, 1977:23-27).  70 kadar eseri bulunan Farabi musiki ile de meşgul olmuş, İhsau-l Ulum eseri doğuda yazılmış ilk ansiklopedik eser olma özelliğini taşır (Aksoy, 2008:32). 948 yılında Şam’da vefat etti.

İbn-i Sina 980-81 yılında Buhara yakınlarındaki Afşana’da doğdu. Felsefe, Tıp, İlahiyat, Dil ve Ahlak alanında yüzlerce eser verdi. Doğu’da Eş-Şeyhu-r Reis, batı’da Avicenna (Filozofların Prensi) adıyla anılır. Deneycilikle akılcılığı birleştiren İbn-i Sina’nın 150 den fazla eser yazdığı bilinmektedir (Aksoy, 2008:44; Çubukçu, 1977:28,29)).  1037 yılında Hemedan’da vefat etti.

Her üç Bilginimiz de Dünya kültürü ve medeniyetinde çok derin izler bırakmışlar, eserleri, metodları ve buluşları yüzyıllar boyunca Batı ve Doğu üniversitelerinde okutulmuştur. Ortak özellikleri ise Multidisipliner çalışmaları ve Türklerin kurumsallaştırdığı Karahanlı-Gazneli Medreselerinin mezunları olmalarıdır. Söz konusu düşünürler Eğitim Bilim’ ni ilk defa Felsefe’den ayırmışlar ve sistemleştirerek, amacını, yöntemlerini, yaş guruplarına göre nasıl yapılacağını, okul öncesi dönem eğitimini, yaygın-örgün eğitimi, eğitim teknolojisini ayrıntıları ile açıklamışlardır. Bu anlamda Batı’da bir asırdan fazla bir geçmişi olmayan Eğitim Bilimi’ne (Yeni Eğitim) ve Eğitim Bilimcilere ilham kaynağı olmuşlardır.

Dewey, Alain, Durkheim, Piaget, Freud, Pestalozzi, Rousseau’nun teorileri ve uygulamalarını yaklaşık 9 asır önce Farabi, Biruni ve İbn-i Sina’da görmek mümkündür. Elbette kültürlerin birbirinden etkilenmesi, düşünürlerin etkilenmesi kaçınılmazdır. Ancak, bizim sahip çıkıp Dünya’ya tanıtamadığımız bu şahsiyetleri tanıtmak, eserlerini bulmak ve yayınlamak ta önemli bir meziyettir. Biz çalışmamızda söz konusu bilginlerimizin görüşlerini günümüz modern eğitimine onaylattırmak gibi bir amaç taşımıyoruz. Bütün Dünya’nın şu anda okuduğu ve kabullendiği Piaget, Dewey, Freud vb. nin eğitimle ilgili teorilerini yüzyıllar öncesinden bizim insanlarımız da düşünebilmişler ve uygulamışlardır. Hatta eğitimle ilgili ilk müstakil eserleri kaleme almışlardır. Aynı ruh ve motivasyonla bizler de yeniden düşünebilir, üretebilir ve bütün Dünya’ya kendimizi kabul ettirebiliriz.

  1. FARABİ, BİRUNİ ve İBN-İ SİNA’YA GÖRE EĞİTİM ve EĞİTİM

          YÖNTEMLERİ

          2.1. Biruni’ye Göre Eğitim ve Eğitim Yöntemleri

Biruni öncelikle Gözlem ve Deney’e büyük önem vermiş, bunlardan elde edilen sonuçları Tefekkür ve Akıl Yürütme ile birleştirerek Vahyin süzgecinden geçirerek gerçeğe ulaşılabileceğini söylemiştir (TDVİA, VI:209). Biruni’nin gözlemciliği daha çok Aristo kozmolojisine yönelttiği eleştirilerde kendini gösterir. Bir hipotezin deneyle test edilmesi fikrinin yanında ölçmeye verdiği değer, Biruni’yi fizik ve matematiğin modern kavranışına çok yaklaştırmıştır. O’na göre insan cüsse itibarıyla bir çok canlıdan küçük olmasına rağmen aklı sayesinde hepsine hükmedebilir (TDVİA, VI:209-211). Biruni’ye göre bilimsel düşünce ve Eğitimde özgürlük olmalı, akla uygun yöntemler kullanılmalı, bilimsel çalışma yapan insanlar cesaretlendirilmeli, çalışmalarına saygı duyulmalı, önlerindeki her türlü engel kaldırılmalıdır (Aksoy, 2008:40). Biruni’ye göre yaratılış itibarıyla kötülüğe meyilli olan insan, ancak dini ve ahlaki değerler vasıtasıyla (eğitimle) terbiye edinip mutluluğa ulaşabilir (Özcan, 2007:71). Biruni’nin 113 eserinin olduğu 30 kadar ilim dalı ile uğraştığı ve 6 yabancı dil bildiği aktarılmaktadır (Aksoy, 2008:35). Deney ve Gözlem bilimsel bilgiye ulaşmada vazgeçilmez yöntemlerdir. Öğrencilerde bilimsel tutum geliştirmek açısından son derece önemli bir yöntem olan Deney’de öğrencilerin gözlem, sınıflama, tahmin etme, ölçme, verileri kaydetme, yorumlama ve sonuç çıkarma gibi kazanımlar da elde etmeleri mümkündür. Gözlem ise davranışları ayrıntılı olarak araştırmada kullanılan veri toplama tekniğidir. Doğal ve sistematik olarak iki şekilde yapılabilir (Kanadlı, 2015:306,307, 314; Sönmez, 2011:249).

          2.2. Farabi’ye Göre Eğitim ve Eğitim Yöntemleri

Farabi’ye göre eğitim mutluluğu ve mükemmelliği yakalamanın yegâne yoludur. Disiplin, düzeltme, değerlendirme, rehberlik ve öğrenme temel esaslardır. Milletler eğitimle kuramsal değerleri oluştururlar, bu değerleri uygulayarak ahlaki davranışlar ortaya koyarlar. Sahip olduğumuz nazari bilgilerden bir kısmı insanda doğuştan mevcuttur ve insan bunların nereden geldiğini bilmez. Çünkü bunlar ilk bilgilerdir. Bilgilerimizin diğer kısmı ise öğrenmekle, düşünmek ve araştırmakla elde edilir. İkinci tür bilgiler birinci tür bilgi ile elde edilir ve daha önce bilmediğimiz şeyleri içerir. Bunlar araştırma ve öğrenim vasıtası ile inanç, rey ya da ilim haline dönüşmüş sonuç olurlar. Asıl maksat ise herhangi bir konu hakkında kesin bilgiye ulaşmaktır. Böyle bir bilgiye ulaşmanın yolu ise Mantık’ tır (Dağ-Öymen, 1974:22; Aydınlı, 2008:50,51).

Eğitim Seçkinlere verilen (özel) ve Halka verilen (Genel) olmak üzere ikiye ayrılır. Farabi’ye göre eğitimde iki temel yöntem vardır: İkna ve Gösteri  (Demonstrasyon) yöntemi. Öğretmede kolaydan zora doğru bir yol izlenmelidir. Varlıklar içinde tetkiki en kolay olan ve öğrenilen şey sayılar ve hacimlerdir. Bu nedenle öğretmeye aritmetik ve geometriden başlamalıdır. Daha sonra kademe kademe “mekanik” e kadar devam edilmelidir (Dağ-Öymen, 1974:25).  Normal insanlar ancak ikna edilirlerse yenilikleri kabul ederler. Bu nedenle halkı eğitmede İkna Yöntemi kullanılmalıdır. Bu yöntem, kesinliğe ulaşmasa bile dinleyicinin aklının tatmin edici şekilde ikna edilmesine yarar. Gösteri Yöntemi ise, göstererek açıklamaya dayanır. Teorik entellektüel erdemlerin öğretilmesinde kullanılır.

Farabi’ye göre iki öğretme yöntemi vardır: Dinleme ve Konuşmaya dayalı Öğrenme. Diğer insanların konuşma ve hareketlerini gözlemleme ve uygulamaya dayalı taklit yöntemi.Farabi özellikle çocuk eğitiminde çok önemli bir yeri olan Hayal Gücü’nün kullanılmasına da eğitimde ayrıca yer verir (Aydınlı, 2008:140).

Farabi’ye göre Öğretmen’de üç özellik bulunmalıdır.

1-İyi karakterli, ön yargısız, gerçeği arayan biri olmalıdır.

2-Öğretmeyi seven, gönüllü ve idealist biri olmalıdır.

3-Mesleği ile ilgili uzmanlaşmış olmalı, öğretme bilgisine sahip olmalıdır. Farabi,  modern öğretmende bulunması gereken vasıfları bu üç maddede özetlemiştir (Bacanlı, 2011:18).

Öğrencide bulunması gereken özellikleri ise şöyle sıralar:

Kavramları anlayabilmeli, kavradığı ve anladığının varlığını kabullenmeli, kavradığı ve kabullendiği şeyleri anlatabilmelidir. Günümüz eğitiminde kullanılan öğretim ilke ve yöntemlerinden birçoğunu yüzyıllar öncesinden Farabi’nin kullanmış olması enteresandır. Gösterme ve Yaptırma Tekniği, Demonstrasyon, Günlük Konuşma, Diyalog  bunlardan bazılarıdır (Sönmez,2011:222, 223, 246-248; ).

          2.3. İbn-i Sina’ya Göre Eğitim  ve Eğitim Yöntemleri 

İbn-i Sina’nın eğitimle ilgili çalışmalarını kısaca özetleyecek olursak: Eğitim bu dünyada gerekli olduğu kadar sonraki hayatta da mutlu olmak için gereklidir. İnsanın mükemmelleşmesinin şartı da eğitimdir. İbn-i Sina eğitim, bilim ve mutluluk arasında bir bağ kurmuş bunu “aklî tasavvuf” diye sistemleştirmiştir (Akyüz,2013:26). Ona göre eğitimin amacı sadece bilişsel değildir, bireyin moral değerlerini de kapsamalıdır. Bu nedenle eğitim bireyin kişiliğini bir bütün olarak (bedensel-zihinsel-karakter) ele almalı ve gelişimine katkıda bulunmalıdır. İbn-i Sina’ya göre eğitim bireyin fiziksel, zihinsel ve moral gelişimini sağlamalı; bireyin içinde yaşadığı toplumda kendi yeteneklerine uygun bir meslek seçimine yardımcı olmalı; bireyin gelişimini tüm aşamalarında yardımcı olmalıdır (Önder, 2014: 78).

İbn-i Sina’ya göre eğitimin sorumluluğu bireyi sadece iyi bir vatandaş olarak yetiştirmekle sınırlandırılamaz. Bireyin toplumsal gelişmeye katkıda bulunacak şekilde yetiştirilmesini de sağlamalıdır (Türk Milli Eğitim Temel Kanunu da aynı şeyi söylemektedir. Daşcan-Çelik:2014:1). Çünkü toplum, bireyler arasındaki hizmetlerin karşılıklı meslek veya yeteneklerine göre değişimiyle oluşturulmuş yaşam alanıdır.

İbn-i Sina yüzyıllarca önce eğitimi yaş guruplarına göre aşamalandırmış ve bununla ilgili ayrıntıları sıralamıştır. Bugün bütün dünya Piaget’nin yaş guruplarına göre geliştirdiği bilişsel öğrenme (Zihin Gelişimi Kuramı) kuramını okumaktadır (Bacanlı, 2011:83-98). 20. Yüzyıl da ortaya atılan Piaget’nin ve diğerlerinin kuramlarından yüzyıllarca önce İbn-i Sina ve çağdaşı olan Türk-İslam âlimleri hem teorik hem de pratik açıdan bu kuramları ortaya koymuşlardır. Ancak bizim ülkemizde ve İslam dünyasında yeterince araştırılmamış, tanınmamışlar; yine ağırlıklı olarak batı dünyasındaki çalışmalardan etkilenmişiz.

İbn-i Sina doğumdan itibaren çocuğun eğitimi ile bilinçli olarak ilgilenilmesini istemiş; göbek kordonu’nun kesilmesinden, yattığı odanın temizliğine ve özelliklerine kadar birçok konuda ayrıntılı bilgi vermiştir. O’na göre çocuk kötü huylar edinmeden eğitimine başlanmalıdır. Çünkü çocukta her huyu alma yeteneği vardır. Bir huy çocukta yerleşince onu söküp atmak zordur. İyi huylar teşvik edilmeli, kötü huylar kınanmalıdır (Dağ-Öymen, 1974:34,35).  Çocuğun yetişmesinde şiirin önemine dikkat çeken İbn-i Sina, önce hatırlanması kolay, ahlaki öğüt içeren ve basit şiirlerden başlanması gerektiğini söyler.  Çocuklar tek başlarına değil, iyi aile çocuklarıyla birlikte eğitilmelidir. Temel eğitim bitince yeteneğine göre mesleki eğitime başlanmalıdır (Dağ-Öymen, 1974:35). Doğum Sonrası Eğitim dönemi diye adlandırdığı bu safhada yapılması gereken işleri şöyle sıralamıştır: Çocuğun göbeği hijyen kurallarına uygun kesilmeli, temiz bir pamukla kıvrılarak bağlanmalıdır. Kundaklanan çocuğun vücuduna masaj yaparak rahatlaması sağlanmalıdır. Orta dereceli sıcaklıkta bir odada uyumalıdır. Odaya direkt güneş ışığı gelmemeli, yatağına yatırıldığında başı bedeninden yukarıda olmalıdır.

3-5 yaş çocukluk dönemi diye adlandırdığı dönem için şu önerilerde bulunmaktadır: Çocuk ahlaki ve ruhsal yönden etkileneceği şiddetli olaylardan uzak tutulmalıdır. Sütten kesildiği andan itibaren kötü huylar edinmeden ahlak eğitimine başlanmalıdır.  Beden ve hareket gelişimi için, uykudan uyandığında banyo yaptırılmalı, oynamasına izin verilmelidir. Kahvaltıdan sonra uzun bir süre oyun oynamasına müsaade edilmelidir(Akyüz,2013:28). Çağdaş eğitimcilere göre de çocuk oyunla öğrenir ve oyun çocuk eğitiminin vazgeçilmez bir etkinliğidir (Bacanlı, 2011:113). Zevk ve davranış gelişimi için çocuğa ninni söylenmeli, müzik dinletilmelidir.

6-14 yaş arasında çocukların ciddi eğitim almaları gerektiğini söyleyen İbn-i Sina, bu dönemde çocuğun okula gönderilmesinin gereğini vurgular ve okullarda hiçbir ayırım gözetmeden bütün kesimlerin çocuklarının birlikte okuması gerektiğini, iyi arkadaşlarla tanışmasını ve vakit geçirmesi gerektiğini söyler (Akyüz,2013:28). Okulda Din ve ahlak eğitiminin, Kur’an, şiir ve güzel yazı yazma, beden eğitimi, sanat ve meslek eğitiminin iyi bir şekilde verilmesi gerektiğini savunur. Ahlak ve fazilet eğitimine özel bir önem veren İbn-i Sina, bunun için yapılması gerekenleri şöyle sıralar: Nefsin isteklerine uymamak, Yalandan kaçınmak, İyileri sevmek, iyilik yapmak, fenalıktan men etmek (Akyüz,2013:26). Bu dönemdeki çocukların yaşıtları ile birlikte eğitim görmesinin önemini vurgular.

14 yaş ve sonrasını eğitimde uzmanlaşma dönemi olarak niteleyen İbn-i Sina, bu dönemin temel eğitimin tamamlandığı dönem olduğunu söyler. Söz konusu dönemde Meslek Danışmanlığını önermektedir (Dağ-Öymen, 1974:34,35). Dewey’in Progresivizm görüşü ile benzerlik söz konusudur (Erdiller, 2012:64). Eğitimin amacını, kişinin yeteneklerini en üst düzeye kadar geliştirip kötülüklerden arınması ve mutluluğa ulaşması, yaratanı bilmesi ve unutmaması şeklinde tanımlar (Akyüz, 2013:26).

Öğretmenlere de özel bir önem veren İbn-i Sina, öğreticilerde bulunması gereken vasıfları şöyle sıralamaktadır: Öğretmenlik bir uzmanlık alanıdır ve herkes bu mesleği yapamaz. Dürüst, bilgili, inançlı, insaflı, temiz, kibar, pedagojik bilgisi olan, çocukların yeteneklerini, ilgisini keşfeden, çok sert ve çok yumuşak davranmayan, davranışları ile çocuklara örnek olan kişiler öğretmen olmalıdır (Akyüz,2013:28).

Yaş guruplarına göre eğitimi yukarıdaki şekilde sistemleştiren İbn-i Sina, akıla önem vererek temel yasa kabul etmiştir (Winter, 2016:43). Eğitimi uygulamalı eğitim (mesleki bilgiler), teorik eğitim (alana ait genel bilgiler) olarak ikiye ayırır. Teorik eğitimi de “entelektüel eğitim” ve “yaygın eğitim” şeklinde tasnif eder. İbn-i Sina eğitim yöntemleri konusunda da ciddi önerilerde bulunur. Ona göre eğitimde uygulanması gereken yöntemler ilköğretimde uygulanması gereken ve yükseköğretimde uygulanması gereken yöntemler olarak ayırarak şöyle sıralar: Nezaket ve yumuşaklıkla muamele etme, ödül ve övgüye yer verme, kolaydan zora, basitten karmaşığa doğru bir yol izleme, sınıf ortamının eğitici etkisinden yararlanma, örneklerle anlatarak öğretme ve tekrarlama (Akyüz, 2013:28)

İlköğretimde öğretmenler öğrencilere öncelikle kolay akılda kalabilen, ezberlenebilir basit şifreler vermelidir. Öğrencilerin öğretmenler tarafından iyi ve olumlu davranışlara yönlendirilmesini, öğreticilerin örnek olmasını ister. İkna, sevgi ve şefkat, cesaretlendirme ve ödül ile öğrencilerin desteklenmesini tavsiye eder. Aşırıya kaçmamak kaydıyla problemli ya da öğrenmek istemeyen öğrenciler için aşamalı olarak uyarma, azarlama’nın yapılabileceğini belirtir. Yükseköğretimde ise kendisinin kullandığı yöntemleri tavsiye eder. Kendisi derslerinde tartışma, örneklerle açıklama, karşılıklı fikir alışverişi, öğrencilere yazdığı mektuplar, işlenen konu ile ilgili kaynakların verilmesi yöntemlerini kullanmıştır (Önder, 2014:79,80).

Görüldüğü üzere modern eğitimde günümüzde kullanılan yöntemleri İbn-i Sina yaklaşık bin yıl önce kullanmış ve sistemleştirmiştir. Okulun çocuğun kişilik gelişiminde çok önemli bir yeri olduğunu söyleyen İbn-i Sina, 20. Yy. eğitimcileri Dewey, Alain, J.locke, Rousseau, Pestalozzi ve Durkheim’dan önce ortaya koymuştur. Çocuğa görelik ilkesini önemseyen İbn-i Sina, deney, gözlem ve nedenleri araştırmaya dikkat çekmiştir. Günümüzde “bilimsel yöntem” olarak tarif edilen tekniğin en önemli iki ögesinin gözlem ve deney olduğunu söylemiş, duyusal algılamaya önem vermiştir (Çilenti, 1982:16; Winter, 2016.43). Eğitimde araç-gereç kullanımını (sınai öğretim) tavsiye eden İbn-i Sina Eğitim Teknolojisinin de kurucusu sayılır (Akyüz, 2013:30). Öğretim teknolojisinde önemli bir yeri olan Comenius’a (1592-1670) öncülük ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Comenius, bir konunun öğretilmesinde, konu ile ilgili gerçek eşyanın ya da onların resimlerinin duyu organlarının yardımı ile incelenmesi ve basitten karmaşığa gidilerek tümevarım yöntemiyle sonuca ulaşılmasını önermiştir. Bunun için resimli bir çocuk kitabı da yazan Comenius, çağdaş eğitim teknolojisinin öncüsü olarak takdim edilmiştir. Aslında Comenius’un önerdiği bu yöntem gözlem’in ilerisine gidememiştir.

Comenius’tan yaklaşık altı asır önce yaşayan İbn-i Sina, öğrenmede ve bilgi edinmede duyu organları ile yapılan gözlemlerin önemine dikkat çekerek; hatta Comenius’tan daha ileri giderek deneylerin ve deney sırasında yapılacak gözlemlerin bilgi edinmede ve öğrenmede tümevarım ve tümdengelim yöntemleriyle birlikte kullanılmasını önermiştir. Modern eğitimde deney önemli bir yöntemdir. Deneyi öğrenci yapıyorsa, bütün duyu organlarını kullanarak yalnızca gözlem yoluyla bilgi edinecek; yani yaparak öğrenme düzeyinde bir yaşantı kazanacaktır (Çilenti, 1982:17).  Bu yöntemler günümüz eğitimcisi için basit sayılabilir. Unutulmamalıdır ki günümüz eğitiminde kullanılan yöntemlerin 50 yıllık bir geçmişi vardır. Bin yıl önce bunların teorisini ve pratiğini ortaya koyarak sistemli hale getirmek; üstelik bunları tıp, felsefe, matematik, metafizik, coğrafya, jeoloji gibi asıl uğraş alanlarının yanında 50-55 yıllık bir ömüre sığdırmak saygı duyulması gereken bir husustur.

İn-i Sina altı tür öğretimden bahseder:

Zihni Öğretim: Öğretmen konuyu nedenleriyle ve örnekler vererek anlatır. Su donduğunda genişler ve kabını parçalar.

Sınai Öğretim:  Araç-gereç kullanılmasını göstererek öğretmek.

Telkini Öğretim: Tekrar ettirerek isimleri öğretir. Şiirden yararlanır.

Te’dibi Öğretim: Öğüt ve nasihat içeren öğretme şeklidir (Ahlak).

Taklidi Öğretim:  Öğretmenin rol model olması ve söylediklerinin benimsenmesi.

Tenbihi Öğretim: Öğrenciye karşılaştığı olayları, nedenlerini ve etkilerini öğretmek (Akyüz, 2013:29).

Dikkat edilirse bu yöntemlerin birçoğu günümüz modern eğitiminde kullanılan öğretme teknikleridir. Gösterip yaptırma, Demonstrasyon, Deney ve Gözlem, Küçük ve Büyük Gurup tartışması, Sokratik Tartışma, Model Alma bunlardan bazılarıdır (Sönmez, 2011:226-248; Senemoğlu, 2013:233).

İbn-i Sina’nın diğer önemli bir özelliği ise çocuk eğitimde çok önemli bir materyal olan hikâye ile ilgilenmiş olmasıdır. Anadolu’da “Ebu Ali Sina Hikâyeleri” adı ile anlatılan bu hikâyelerden bir tanesi çocukların okul sevgisi, başarısı ve motivasyonu için örnek teşkil edecek mahiyettedir. Çok küçük olduğu için okuldaki cebir ve geometri derslerine bir türlü ısınamayan ve anlamayan İbn-i Sina okuldan kaçarak bir kervana katılır. Kervan bir yerde konaklar ve İbn-i Sina’yı su getirmesi için kuyuya gönderirler. Kuyunun ağzında ortası delik kocaman bir taş ve suyu çekmek için bir iple kova vardır. İp sürtüne sürtüne kayayı oymuş ve kendine bir yol yapmıştı. Bu durum İbn-i Sina’nıjn dikkatini çeker. “Bir ip sürtünerek taşı kesiyor, oyabiliyor, kendine yol açıyorsa benim aklım niçin cebir ve geometriyi anlamasın” diyerek okuluna döner (Sakaoğlu, 1984:501-522; Bolay, 1988:88).

  1. SONUÇ ve ÖNERİLER

Farabi, Biruni ve İbn-i Sina bütün Dünya’yı düşünceleri ve eserleriyle etkilemiş şahsiyetlerdir. Özellikle eğitim alanındaki görüşleri günümüz eğitiminde geçerliliğini koruyan paradigmalar ve taksonomilerdir. Çok hızlı bir değişim yaşayan dünyamızda yeni şartlara ve gelişmelere ayak uydurmak sadece teknoloji alanında değil eğitim alanında da bir ihtiyaç haline gelmiştir. İnsanları, içinde yaşadıkları toplumları ve dünyayı tanımak sosyal bilimlerin özellikle de eğitim biliminin verilerinden faydalanarak mümkün olabilir. Ülkemizin ve dünyanın doğal kaynakları sınırlıdır. Bunlar bir gün bitecek ve başta enerji olmak üzere alternatif kaynaklar arayışı ön plana çıkacaktır. Bu arayış sürecinde ise bilgi ve teknoloji üretimi belirleyici unsur olacaktır.

Teknoloji ve İletişim Çağını yaşayan günümüz dünyasında geçmişle, geçmişteki yaptıklarımızla ve âlimlerimizle övünmenin fazla bir faydası yoktur. Bizim ne yaptığımız, ne ürettiğimiz ve teknolojiye, bilime neler kattığımız önemlidir. Yüzyıllar öncesinde kısıtlı imkânlarla bugüne kadar takip edilen ve uygulanan teorileri, görüşleri ortaya atan bilim adamlarımızın mirasına sahip çıkarak daha da geliştirmek ve ileriye götürmek hepimizin üzerine bir borçtur. Bunun yolu sistemli çalışmak, düşünmek ve bilgi üretmekten geçmektedir.

Söz konusu Türk-İslam âlimleri nasıl çalışmışlar, nasıl düşünmüşler ve nasıl bilgi üretmişler, bütün dünyayı etkilemişler, bunlara yoğunlaşmalıyız Yeni nesil için Farabi, Biruni, İbn-i Sina ve benzeri ilim adamları bu yönleri ile muhteşem birer rol modeldirler. İlgili derslerde bahse konu kişilerin öğrencilere tanıtılması, anlaşılması; motivasyon sağlamanın yanında yenilerinin yetişmesine de vesile olabilecektir. Dünya’da söz sahibi olmanın yegâne yolu bilgi ve buna dayalı teknolojiler üretmekten geçmektedir.

 BİBLİYOGRAFYA:

AKSOY, Nurşah, Tarihteki Ünlü Bilim Adamları, Karma Kitaplar, İstanbul 2008.

-AYDINLI, Yaşar, Farabi, İsam Yayınları, İstanbul 2008.

-ATAY, Hüseyin, Farabi’nin Üç Eseri, AÜİF Yayınları, Ankara 1974.

– FARABİ, El Medinetü-l Fazıla, Çev: Ahmet Arslan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.

-KAYA, Mahmut, “Farabi” Maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.XII, s.157, İstanbul 1995.

-KANADLI, Sedat, “Öğretim Teknikleri”, Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ed: Tuğba Yanpar Yelken, Anı Yayıncılık, Ankara 2015.

-TÜMER, Günay, “Biruni” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VI, ss.206-216, İstanbul 1992.

-KAYA, Mahmut, “Farabi” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.XII, ss.145-162, İstanbul 2016.

– AKYÜZ, Yahya, “Farabi’nin Türk ve Dünya Eğitim Tarihindeki Yeri”, AÜEBF Dergisi, C.15, S.2, Ankara 1982.

-AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2013.

-ALTUN, Adnan, “Ortaçağda (476-1453) Türk-İslam Dünyasında Bilim, teknoloji ve Sosyal Değişme”, Bilim, Teknoloji ve Sosyal Değişme, Ed: Bahri Ata, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012.

-ÖNDER, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, Anı Yayıncılık, Ankara 2014.

-ÖZCAN, E. Sonnur, Bilgi Büyücüsü Biruni, Ötüken Yayınları, İstanbul 2007.

-ERDİLLER, Z. Berna, “Erken Çocukluk Eğitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar”, Erken Çocukluk Eğitimi, (Ed:İbrahim H. Diken), Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2012.

-BOLAY, Mehmet, N,  İbn-i Sina, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988.

-SERGEYEW, I.- WİNTER, K.- BLOCH, E., İbn-i Sina Aklın Ustası, Ter:Mehmet Çallı-Gazi Ateş, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2016.

-BİNBAŞIOĞLU, Cavit, Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi, Anı Yayıncılık, Ankara 2014.

-BACANLI, Hasan, Eğitim Psikolojisi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2013.

TDV İslam Ansiklopedisi, “İbn-i Sina Maddesi”, C.20, İsam Yayınları, İstanbul 1999.

MEB İslam Ansiklopedisi. “İbn-i Sina Maddesi” , C.5/II, MEB Yayınları, İstanbul 1968.

– ARABACIOĞLU, Celal, Çok Yönlü Filozof Hekim İbn-i Sina, Çukurova Ünv. Tıp fak. Yayınları, Adana 1983.

– DAĞ, Mehmet – ÖYMEN, H. Raşit, İslam Eğitim Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1974.

1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası, FTSC Yayınları, İstanbul 2010.

– İbn-i Tufeyl-İbn-i Sina, Ruhun Uyanışı Hayy İbn-i Yakzan, Çev: Yusuf Özkan Özburun ve Arkadaşları, İnsan Yayınları, İstanbul 2000.

– KÂHYA, Esin, “İbn-i Sina’nın Çocuk Ruh ve Beden Sağlığı ile İlgili Görüşleri”, II. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu, Ankara 2003.

– AKYÜZ, Yahya, “İbn-i Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim Tarihindeki Yeri”, A.Ü.Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.2,  Ankara 1982.

– SEZGİN, Fuat, Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan, Timaş Yayınları, İstanbul 2015.

– ÇİLENTİ, Kamuran, “Bilimin Gelişimi İçinde İbn-i Sina ve Eğitim Teknolojisi”, A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, Ankara 1982.

– ÇUBUKÇU, İ.Agâh, İslam Düşünürleri, AÜİF Yayınları, Ankara1977.

– ALPER, Ö.Mahir, İbn-i Sina, İsam Yayınları, İstanbul 2014.

Eş-Şeyhu’r- Reis İbn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015.

– OKUMUŞ, Mesut, “İbn-i Sina’nın Hayatı, Eserleri ve Düşünce Sistemi Üzerine”, Eş-Şeyhu’r Reis İbn-i Sina, DİB Yayınları, Ankara 2015.

– SUNAR, Cavit, İbn-i Miskeveyh ve Yunan’da ve İslam’da Ahlak Görüşleri, AÜİF Yayınları, Ankara 1980.

– TÜMER, Günay, “Biruni” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VI, s.206.

– SÖNMEZ, Veysel, Öğretim ilke ve Yöntemleri, Anı Yayıncılık, Ankara 2011.

Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ed: Tuğba Yanpar Yelken, Anı Yayıncılık,  Ankara 2015.

– SENEMOĞLU, Nuray, Gelişim, Öğrenme ve Öğretim (Kuramdan Uygulamaya), Yargı Yayınları, Ankara 2013.

– BACANLI, Hasan, Eğitim Psikolojisi, Pegem Akademi Yayınları, Ankara 2011.